24 Mart 2009 Salı

Yanlış Zayıflama Yöntemleri Nelerdir?

Yanlış Zayıflama Yöntemleri Nelerdir?

1. Kişiye özel olmayan gazete ve dergi gibi yayınlarda bulunan diyetler.

2. Kısa sürede hızlı kilo kaybı sağlayan çok düşük enerjili şok diyetler.

3. Yeterli, dengeli ve doğru beslenme alışkanlığı kazandırmayan diyetler.

4. Tek tip besine dayalı diyetler.

5. Zayıflattığı öne sürülen ve pek çok yan etkisi bulunan ilaçlar.

6. Gerçek kilo kaybı yerine vücuttan sadece su kaybına neden olan diüretik (idrar söktürücü) ilaçlar, otlar, çaylar ve saunalar.

7. Akupunktur ile birlikte yapılan açlık diyetleri.

Şişmanlığın Tedavi Yöntemleri Nelerdir?

İdeal Kilo Kaybı Ne Olmalıdır?

Sağlıklı kilo vermek için ideal kilo kaybı haftada 0.5-1kg olmalıdır. Bunu sağlayacak beslenme programları da hiçbir zaman düşük enerji içermezler. Düşük enerjili beslenme programları ile hızlı kilo kayıpları mümkün olmaktadır, ancak unutmamak gerekir ki bunun da birçok sakıncaları vardır. Her şeyden önce hızlı kilo kayıpları, vücuttan yağ dokusundan daha çok yağsız doku dediğimiz kas dokusunun kaybına neden olmaktadır. Bu da istenmeyen bir durumdur. Daha çok yağ dokusunun kaybedilebilmesi için, bazal metabolizma düzeyinin altında olmayan enerjiler ile kilo kayıplarının sağlanması gerekmektedir. Bununla beraber, hızlı kilo kaybeden bireyler daha sonra hızlı bir şekilde kaybettikleri kiloları geri alırlar. Çünkü vücut düşük enerjiye adapte olduğundan, birey biraz fazla yemeye başladığında kilo almaya eğilimi artar.

Şişmanlığın Tedavi Yöntemleri Nelerdir?

Şişmanlığın tedavisinde uygulanan yöntemler; diyet tedavisi,davranış değişikliği tedavisi, fiziksel aktivitenin artırılması, ilaç tedavisi ve cerrahi girişimlerdir. Bunların içinde en doğru olanları, beslenme tedavisi ile birlikte davranış değişikliği tedavisi ve fiziksel aktivitenin artırılmasıdır. Yaşamı tehdit eden bir şişmanlık söz konusu ise cerrahi girişim düşünülebilir.

Şişmanlığın Yol Açtığı Sağlık Sorunları Nelerdir?

Şişmanlığın Yol Açtığı Sağlık Sorunları Nelerdir?

Kalp damar hastalıkları şişman bireylerde ölümlerin en önemli nedenlerindendir. Özellikle yirmi beş yaşından sonraki ağırlık artışı kalp damar hastalıkları riski üzerinde en büyük etkiyi göstermektedir. Genellikle, şişman bireylerin kanlarında trigliseritler, toplam kolesterol ve düşük yoğunluktaki lipoprotein (LDL) yüksek olarak,yüksek yoğunluktaki lipoprotein (HDL) ise düşük olarak bulunmaktadır. Bunun yanı sıra, beden kütle indeksinin artması ile birlikte inme ve kardiyak yetersizlik riski de artmaktadır.

Hipertansiyon ile şişmanlık arasında bir ilişki bulunmaktadır.Şişmanlık yüksek kan basıncı için bağımsız ve güçlü bir risk faktörüdür. Şişman bireylerde hipertansiyon görülme oranı zayıf bireylerde görülme oranından oldukça yüksektir.Özellikle santral şişmanlığa sahip (vücudun üst bölgelerinde yağ toplanan) bireylerde bel/kalça oranı daha çok artmakta, insülin direnci ve buna bağlı olarak glikoz intoleransı (bozulmuş kan şekeri düzeyleri) görülmektedir.Ayrıca şişman bireylerin kanlarında ürik asit miktarları artmakta ve buna bağlı olarak gut hastalığına bir yatkınlık oluşmaktadır.

Aşırı kilo, meme, endometriyum, mide ve kolonu içeren çeşitli tipte kanser gelişimi ile ilişkilidir. Şişmanlığın çoğunlukla hormonlar üzerinde yaptığı etkiyle kanser riskini artırdığı düşünülmektedir. Safra taşları oldukça ağrılı bir durumdur ve en çok şişman bireylerde zayıf bireylere göre daha sık görülmektedir.Özellikle kilo değişimleri, sık aralıklarla kilo alıp vermeler safra taşı oluşumunda en önemli etkendir.Yağlı karaciğer, yağlı hepatit ve yağlı siroz gibi karaciğer hastalıkları ile şişmanlık arasında ilişki bulunmaktadır.

Fazla kilonun derecesine göre karaciğer hastalığının şiddeti değişmektedir.Kalça, diz ve omurga osteoartritin en sık görüldüğü yerlerdir. Aşırı kilolu bireylerde zayıf bireylere kıyasla kalçada osteoartrit olma olasılığı iki kat daha fazla bulunmaktadır.Aşırı kilo eklemler üzerine ek bir yük bindirerek harabiyete neden olmaktadır.Bunların dışında; fiziksel hareket zorlukları ve çeşitli kazalar,solunum ile ilgili sorunlar, çalışma veriminin düşmesi gibi yaşam kalitesini etkileyen bir çok sorun da şişmanlık ile birlikte ortaya çıkmaktadır.

Şişmanlık (Obezite) Nedir?

Şişmanlık Nedir?

Vücudun yağ kütlesinin yağsız (kas) kütleye oranının aşırı artması sonucu boya göre ağırlığın olması gereken düzeyin üzerine çıkmasıdır. Birçok sağlık sorunlarına yol açması nedeniyle şişmanlığın önlenmesi gerekmektedir.
Şişmanlık Nasıl Saptanır?

Şişmanlığı ve şişmanlığın boyutunu saptamak için çok çeşitli yöntemler vardır. En çok bilinen ve kullanılan yöntem beden kütle indeksine (BKİ) göre değerlendirme yöntemidir. Beden kütle indeksine [kg/boy(m2)] göre yetişkinlerin vücut ağırlıklarının değerlendirilmesi Tablo’da gösterilmiştir.

BKI (Beden Kütle
İndeksi) (kg/m2)
Vücut ağırlığının durumu
18.5 ‘dan az Zayıf
18.5-19.9 Normal kabul edilebilir (ince)
20-24.9 Normal
25-29.9 Toplu (Hafif şişman)
30-34.9 I. Derece Şişman
35-39.9 II. Derece Şişman
40 ve üzeri III. Derece Şişman

Beden kütle indeksi 30 ve üzerinde olduğunda şişmanlığın derecesi de artmaktadır. Yaşın ilerlemesi ile birlikte beden kütle indeksi değerleri de artar. Şişmanlığın değerlendirilmesinde bu durum da göz önüne alınmalıdır.

Olması Gereken Vücut Ağırlığı Nasıl Hesaplanmalıdır?

Olması gereken ağırlığın hesaplanmasında beden kütle indeksinin normal bireyler için verilmiş olan değerleri kullanılır. Bu normal değer yaş ile birlikte biraz değişkenlik gösterse de genel olarak 20.0-24.9 arasındadır. Birey bu değerler arasında bir ağırlığa sahipse ağırlığı normal kabul edilir. Şu formülle hesaplayabiliriz:

Olması Gereken Ağırlık (OGA) (kg) = Normal BKI Değerleri (20 ~ 24.9) × Boy (m2)

Şişmanlık Nasıl Sınıflandırılır?

Anatomik, etiyolojik ve fizyolojik olarak sınıflandırılabilir.Anatomik olarak, görünüşe göre (ince yapılı, orta yapılı, kalın yapılı) ve cinsiyete veya yağ dağılımına göre (android - elma tipi, jinoid - armut tipi); etiyolojik olarak, eksojen (aşırı beslenmeden) ve endojen (doğuştan); fizyolojik olarak ise, hipertrofik (yağ hücresinin hacmi büyük) ve hiperplastik (yağ hücresinin sayısı fazla) şeklinde sınıflandırılmaktadır.

Şişmanlığın Temel Nedenleri Nelerdir?

Çevresel ve kalıtımsal faktörler önemlidir. Enerji alımının fazlalığı ve enerji harcamasının azlığı şişmanlığa yol açabilir. Enerji alımının fazlalığı aşırı yeme, daha çok yağ ve şeker içeren besinleri yeme, öğün atlama, hızlı yeme gibi yanlış beslenme alışkanlıkları nedeniyle olurken, enerji harcamasının azlığı ise hareketsiz yaşam nedeniyle olmaktadır.

Ayrıca, vücut ağırlığının düzenlenmesinde rol alan hormonal ve sinirsel faktörler, kalıtımsal faktörler olup şişmanlığa neden olabilirler. Tiroid, hipofiz, böbrek üstü,pankreas ve cinsiyet hormonlarının yapımında ve fonksiyonlarındaki bozukluklar sonucunda kişinin iştahı artabilir,bazal metabolizma hızı yavaşlayabilir ve enerji dengesi bozularak şişmanlık oluşabilir

Çocukların Yeterli ve Dengeli Beslenmeleri için Öneriler

Yeterli ve dengeli beslenin.

Kahvaltı yapmadan güne başlamayın. Kahvaltı güne sağlıklı başlamanız, öğrenme ve öğrendiklerinizi hatırlamanız için çok önemlidir.

Öğün atlamayın

Vücut ağırlığınızı dengede tutun. Televizyon ve bilgisayar karsısında daha az zaman harcayın. Sevdiğiniz spor dallarıyla ilgilenin.

Şeker ve yağ içeriği yüksek besinler yerine besleyici değeri yüksek ve sağlıklı besinleri
tercih edin.

Beslenme çantanızda; süt, ayran, meyve suyu, peynir, kuru meyve, ekmek, taze sebze, meyve, haşlanmış yumurta, et (köfte, tavuk, eti), kek, kurabiye veya poğaça gibi yiyeceklerin bulunmasını tercih edin.

Okul çevresinde kontrolsüz koşullarda üretilen ve açıkta satılan besinleri satın almaktan kaçının.

Günde en az iki kez dişlerinizi fırçalayın.

Yemeklerden önce ve sonra ellerinizi iyice yıkamayı unutmayın.

Portakal, elma, armut gibi meyvelerin orta büyüklükte bir tanesi, kayısı, erik gibi meyvelerin 3-6 adeti, çilek, kiraz gibi olanların 10-15 adedi, orta boy büyüklükteki patates, domates, salatalık havuç ve yeşil sebzelerin doğrandığı zaman 2-3 su bardağını dolduran miktarı bir porsiyon olarak kabul edilir.

Stres ve Beslenme

Stres, kişinin yaşamdan memnuniyetini ve yaşam kalitesini etkileyen çağımızın en önemli sağlık sorunlarından biri olarak değerlendirilmektedir. Stres anında, beyinde hipotalamus etkilenerek hormonal sistemde bazı değişiklikler meydana gelmektedir. Böbrek üstü bezlerinden adrenalin, noradrenalin ve kortizol hormonları salgılanır. Bu hormonların salgılanmasıyla kan şekeri, kalp atışları, metabolik hız, mide, bağırsak faaliyetleri ve kaygı düzeyinde artış gibi vücutta bazı değişiklikler olmaktadır. Salgılanan bu hormonların belirli bir miktarı organizma için yararlı iken uzun süreli ve fazla miktarda salgılanması yarardan çok zarar verici özelliğe sahip olmaktadır. Stres, yaşamın ayrılmaz bir parçasıdır ve yaşı, cinsiyeti, konumu, statüsü ne olursa olsun hiç kimsenin strese karşı bağışıklığı yoktur. Bu nedenle, stres konusunda bilgilenmek ve verebileceği zararların farkında olmak, gerek sağlığın korunması ve gerekse okul ve iş yaşantısındaki başarı açısından büyük önem taşımaktadır.

· Ülkemizde özellikle 6. sınıftan itibaren lise son sınıfa kadar öğrencilerin yaşadıkları uzun ders çalışma ve sınava hazırlık süreleri onların bedensel ve zihinsel yorgunluğunu artırarak çalışma performansını azaltmaktadır. Bu süre zarfında, çocukların bedensel ve zihinsel yönde gelişimlerine destek olunmalıdır. Yeterli ve dengeli beslenme, özellikle büyüme çağındaki çocukların fiziksel ve zihinsel gelişimleri açısından son derece önemlidir. Fiziksel ve zihinsel performansın arttırılmasında;

Bütün gece süren açlıktan sonra güne yeterli ve dengeli yapılan bir kahvaltı ile başlanması,
Rafine şeker tüketimini mümkün olduğunca azaltarak kan şekerini dengeleyici kompleks karbonhidrat kaynaklarının (kuru baklagiller, tam tahıl ürünleri vb.) tüketiminin arttırılması,
Kuru baklagiller, kuru meyveler, pekmez, tahin, yeşil sebzeler gibi demirden zengin besinlerin yeterli miktarlarda alınması,

Sinir sisteminin çalışmasında etkin B vitaminleri, magnezyum ve biotinden zengin besinlerin (tam tahıl ürünleri, koyu yeşil yapraklı sebzeler, ceviz, badem, fındık gibi yağlı tohumlar vb.) tüketiminin arttırılması,

Bağışıklık sistemini güçlendirici C vitamininden zengin (portakal, yeşil biber, patates gibi) ve beta karotenden zengin besinlerin (havuç, koyu yeşil yapraklı sebzeler, sarı- turuncu meyveler) tüketiminin arttırılması,

Ders çalışırken, şeker ve şekerli besinler, cips, kuruyemiş, gazlı içecekler gibi besinler yerine süt, yoğurt, sütlü tatlılar, ekmek arası peynir, taze sıkılmış meyve suları ve kuru meyvelerin tercih edilmesi,

Günlük kafein tüketiminin en fazla 2 fincan kahve ile sınırlandırılması,
Strese bağlı vücutta oluşan toksinlerin atılmasını kolaylaştırmak amacıyla günde en az 8-10 bardak su tüketilmesi önerilmektedir.

23 Mart 2009 Pazartesi

Müsabaka/Antreman Öncesi Sporcu Beslenmesi


Müsabaka/Antrenman öncesi beslenme neden önemlidir?

Müsabaka / antrenman öncesi beslenmenin amacı; açlığı önleme, ge-rekli sıvıyı sağlama ve müsabaka/antrenman sırasında gereksinim duyulan ek enerjiyi (özellikle karbonhidratlardan) sağlamaktır.
Sıvı Tüketimi ile İlgili Öneriler

• Sıvı tüketimi için susamayı beklemeyin.
• Özellikle sıcak ve nemli havalarda sıvı tüketiminizi daha da arttırın.
Müsabaka/Antrenman öncesi yemek ne zaman yenmelidir?

Bir çok sporcu müsabaka öncesi 2-4 saat önce yemek yemeyi tercih ederken, bazı sporcular 60 dakika önce miktarı fazla olmayan yiyecekleri tercih etmektedir. Egzersiz öncesi öğünün ölçüsü ve zamanı birbiriyle ilişkilidir. Mide boşalmasını sağlamak için müsabakaya yakın son öğünün hacmi az olmalıdır. Eğer egzersiz ve müsabakadan önce yeterli süre varsa, son öğünün miktarı ve yoğunluğu daha fazla olabilir. Çalışmalar, müsabakadan 3-4 saat önce tüketilen öğünün 200-300 g karbonhidrat içermesinin, performansı artırdığını göstermektedir.
Müsabaka/Antrenman öncesi öğünün özelliği nasıl olmalıdır?

Bu öğünlerin temel ilkesi; yeterli sıvı, düşük yağ ve posa (mide boşalımını kolaylaştırmak ve gastro-intestinal problemleri azaltmak için), yüksek karbonhidrat, orta düzey protein ve alışkın olduğu yiyeceklerin sporcuya sunulmasıdır.

Sporcular deneyimlerine göre hangi yiyecek / içeceğin sorun yaratmadığını bilmektedir. Sporcular alışkın olmadıkları yiyecek ve içecekleri antrenman sezonunda deneyerek, bu yiyecek ve içecekleri müsabaka öncesi ne zaman tüketeceklerini planlamalıdır.

Müsabaka öncesi beslenmede dikkat edilmesi gereken noktalar;

• Müsabaka öncesi yemeğin sindirimi kolay olmalıdır.
• Yiyecekler ve içecekler konusunda yeni denemeler yapılmamalıdır.
• Protein ve yağların sindirimi yavaş sürdüğü için az tüketilmeli, kompleks karbonhidratlar tercih edilmelidir.
• Çiğ sebze ve meyveler, kurubaklagiller gibi posa içeriği yüksek besinlerden kaçınılmalıdır.
• Lahana, karnabahar gibi gaz yapabilen sebze yemekleri yenmemelidir.
• Müsabaka öncesi yemek yavaş yenmeli ve iyice çiğnenmelidir.

Sporcuların Karbonhidrat, Yağ ve Vitamin Gereksinimi


Sporcuların karbonhidrat gereksinimi ne kadardır?

Spor yapmayan kişilere, enerjinin karbonhidrattan sağlanan oranının % 50-55 civarında olması önerilirken, sporcularda bu değerler % 60-65’e, çok yoğun antrenmanlarda ve dayanıklılık sporcularında ise %70’e kadar çıkmaktadır.

Sporcuların karbonhidrat gereksinimleri vücut ağırlığına göre de hesaplanmakta, egzersiz şiddeti ve süresine göre günlük 5-10 g/kg karbonhidrat alımı önerilmektedir. Örneğin; 70 kg ağırlığındaki bir sporcunun, günde 1 saat antrenman yaptığında karbonhidrat gereksinimi günlük 5-6 g /kg’ dan (350- 420 gram) hesaplanırken, 3-4 saat yoğun antrenman yapıldığı günlerde ortalama günlük 8-10 g/kg’ a (560-700 gram) kadar çıkmaktadır.

Özellikle yüksek enerji alan sporcularda, enerjinin % 50’sinin karbonhidratlardan alınması, ağırlık başına önerilen karbonhidrat miktarlarını karşılarken (7-8 g/kg), günlük enerjinin 2000 kkal’ den az olması durumunda enerjinin % 60’ının karbonhidratlardan sağlanması bile ağırlık başına karbonhidrat miktarı için yeterli olmamaktadır (4-5 g/kg). Bu nedenle özellikle yüksek ve düşük enerji alan sporcularda karbonhidrat gereksinimlerinin hesaplanmasında hem yüzde, hem de vücut ağırlığı başına önerilen değerler bir arada düşünülerek hesaplama yapılmalıdır.

Sporcularda yağ gereksinimi ne kadardır?Sporcularda enerjinin yağdan sağlanan oranı % 20-25 civarında tutulmalıdır. Yağ tüketiminin artırılması ile, karbonhidrat tüketiminin azalmasına bağlı olarak performans olumsuz yönde etkilenebilmektedir. Ancak yapılan çalışmalarda, yağ alımının %15’in altında olmasının, performansı ve kan lipidlerini olumsuz etkilediği de belirtilmektedir.
Sporcular için vitaminlerin önemi nedir?

B vitaminlerinin, egzersiz ile iki temel nedenden dolayı ilişkisi bulunmaktadır. Tiamin, riboflavin, B6 vitamini, niasin, pantotenik asit ve biotin egzersiz sırasında enerji oluşumuna yardım etmekte, folik asit ve B12 vitaminleri ise; kırmızı kan hücre oluşumu, protein sentezi, doku yapımı ve onarımı için gerekmektedir.
Sporcuların vitamin gereksinimleri fazla mıdır?

Az sayıda araştırma olmasına rağmen, egzersizin bazı vitaminlere olan gereksinimi artırdığı bilinmektedir. Ancak enerji harcamasının artmasına bağlı olarak, vitamin gereksiniminin ne kadar artması gerektiği bilinmemektedir.

Kilo Kaybetmek İsteyen Sporcular İçin Öneriler


Kilo kaybetmek isteyen sporcular için öneriler;

• Günlük enerji alımınızı % 10-20 azaltarak veya haftada ortalama 0.5-1 kg ağırlık kaybı hedefleyerek, açlık hissetmeden beslenme uzmanları denetiminde kilo verin.
• Diyette yağ alımınızı azaltın. Düşük yağlı süt ve süt ürünleri, yağsız et, balık ve tavuğu tercih edin. Ancak yağ tüketiminizi aşırı kısıtlamayın.
• Kepekli tahıllar ve kurubaklagil tüketiminizi artırın.
• Günde en az 5 porsiyon sebze ve meyve tüketin.
• Günlük sıvı tüketiminizi artırın.
• Öğün atlamayın, uzun süre aç kalmayın,
• Günlük 3 ana, 3 ara öğünü 2-3 saat aralıklarla tüketin.
• Kısa süreli diyetler yerine uzun süre uygulayabileceğiniz, sağlıklı beslenme kuralları içeren diyetler uygulayın.
• Yemeklerinizi yavaş yiyin ve iyi çiğneyin.
Kilo almak veya vermek istiyorsanız, bu sorununuzu müsabaka sezonu dışında veya sezon başında çözmeye çalışın.

Sporcular İçin Uygun Vücut Ağırlığı ve Vücut Yağı Ne Kadardır?


Sporcular için uygun vücut ağırlığı ve vücut yağı ne kadardır?

Sporcunun vücut ağırlığı sporcunun hızını, dayanıklılığını ve gücünü, vücut kompozisyonu (vücudundaki yağ miktarı, yağsız doku ve su miktarı) ise; sporcunun kuvvetini, çevikliğini ve görünüşünü etkilemektedir. Sporcularda sadece vücut ağırlığını değerlendirmek yeterli olmamakta, vücut yağ miktarının belirlenmesi de gerekmektedir. Çünkü kas kütlesi fazla olan bazı spor dallarında (vücut geliştirme, halter vb.) vücut ağırlığı fazla görülmekte, ancak sporcunun vücudundaki yağ miktarı önerilen düzeylerde olmaktadır.

Erkek sporcuların vücutlarındaki yağ miktarları, kadın sporculara göre daha düşüktür. Örneğin bir maraton koşucusu veya vücut geliştirme sporu yapan bir erkek sporcunun vücudundaki yağ miktarı % 6 civarında iken, basketbol oyuncusu veya bir güreşçinin % 6 ila % 15 arasında değişebilmektedir. Kadın sporcularda da spor dallarına göre vücut yağ miktarları % 20 ‘ye kadar çıkabilmektedir. Her spor dalının gerektirdiği vücut yağ miktarı farklı olsa da, erkeklerde % 5, kadınlarda da % 12 minimum değerler olarak kabul edilmektedir.

Sporcular ne kadar sürede ne kadar ağırlık kaybetmeli veya kazanmalıdır?

Sporcular için sağlıklı kilo, sürdürülebilen kilo olmalıdır ve bu ağırlık, egzersiz performansını olumsuz etkilememeli, sakatlanma ve kronik hastalık riski oluşturmamalıdır.

Enerjinin yiyeceklerle uzun süreli fazla alınması durumunda ise ağırlık kazanımı (vücuttaki yağ miktarı artışı) görülmekte ve önerilen vücut ağırlığının üzerinde olan sporcularda; hareket yeteneği kısıtlanarak performans azalmaktadır.

Sporcular İçin En İyi Beslenme Şekli Hangisidir?


Sporcular için en iyi beslenme şekli hangisidir?

Sporcuların enerji ve besin öğeleri gereksinimleri yaş, cinsiyet ve spor dalları açısından farklılık göstermekle birlikte, temel beslenme kuralları tüm sporcular için benzerdir.
Beslenme; sporcunun gereksinimi olan enerji ve besin öğeleri ile yeterli sıvı alımını içermelidir. Sporcular için önerilen mucize bir beslenme şekli veya besin yoktur. Genel olarak sporcuların karbonhidrattan zengin diyetle beslenmesi önerilirken, protein, vitamin ve mineralleri yeterli tüketmesi, yağdan sağlanan enerjinin spor yapmayan bireylerden biraz düşük olması önerilmektedir. Ayrıca sporcuların tükettikleri sıvı miktarı da fazla olmalıdır.

Spor yapan kişiler neden daha çok enerji harcarlar?

Vücudumuz egzersiz sırasında, dinlenme durumuna göre daha fazla enerji harcamaktadır. Çünkü, egzersiz sırasında;
• Kaslar daha güçlü kasılır,
• Kalp atımı hızlanır,
• Kalp vücuda kanı daha hızlı pompalar,
• Akciğerler daha hızlı çalışır.
Tüm bu nedenlerle, sporcuların sporcu olmayanlara göre günlük enerji gereksinimleri daha yüksektir.

Hangi besinler enerji sağlamaktadır?

Besinlerin bileşimindeki karbonhidratlar, proteinler ve yağlardan belirli enzimlerin düzenlediği ve hormonların denetlediği tepkimelerle enerji elde edilmektedir.
Besinler neden farklı miktarlarda enerji sağlar?
Besinler farklı miktarlarda karbonhidrat, protein ve yağ içerirler. Bu nedenle besin öğeleri, vücutta yıkıldığında farklı miktarlarda enerji sağlar.
Enerji veren besin öğelerinin 1 gramlarının sağladıkları enerji miktarları aşağıda belirtilmiştir.
1 gram karbonhidrat 4 kkal
1 gram protein 4 kkal
1 gram yağ 9 kkal sağlamaktadır.

El Yıkama

Kendimizi ve çevremizdeki insanları bulaşıcı hastalıklardan koruma amacıyla almamız gereken önlemlerin başında el yıkama gelir.

El yıkamadaki asıl amaç ellerdeki mikropların enfeksiyon oluşturmayacak düzeylere indirilmesini sağlamak-
tır.

Elleri sabun, deterjan veya dezenfektan kullanarak yıkamak en iyi temizlik yöntemidir. Sadece su kullanmak yeterli dekontaminasyon sağlayamaz.

El yıkanırken tüm takılar çıkartılmalı ve tercihen ılık su kullanılmalıdır. Sıcak su elleri tahriş eder ve mikropların vücuda girmesine zemin hazırlar.

Sabunların kuru tutulması önemlidir. Bunun için sabunluklar süzgeçli olmalıdır. Uygun koşullarda kullanılma yan sabunlarda da hastalık yapıcı mikropların ürediği unutulmamalıdır.

Sıvı sabun kullanılıyorsa boşaldığında temizlenip kurulanmalı ve daha sonra yeniden doldurulmalıdır.

Etkili bir el yıkama işlemi 30 saniye ile 1 dakikalık sürede gerçekleştirilir. Eller çok kirli ise bu süre 2-5 dakikaya kadar uzayabilir.

Eller sabun veya deterjan ile bileklere kadar köpürtülmelidir.

Sabun suyun altına tutularak köpüklerden temizlenmelidir. Köpük, mikropların sabun üzerine yerleşmesini kolaylaştırır.

Yıkama işlemi boyunca eller dirsek seviyesinden aşağıda tutulmalıdır. Böylece kirli suların parmak uçlarından lavaboya akışı sağlanmış olur.

Eller yıkandıktan sonra mutlaka durulanmalı ve parmak araları dahil olmak üzere iyice kurulanmalıdır. Çünkü eller ıslak veya nemli kalırsa bakteri bulaşması kolaylaşır.

Kumaş havlular nemli kalabildiğinden kontamine olabilirler. Sıcak hava püskürten kurutma sistemlerinin zaman kaybına neden olması, yeterince kurulama yapamaması, gürültülü olması ve dolaşan havanın kontaminasyonu nedeniyle yıkanmış ellere mikroorganizmaların yerleşmesine neden olması yüzünden önerilmemektedir.

Kağıt havlu ile el kurulamanın asgari süresi 7-9 saniye olmalıdır. Kağıt havlu etkili kurulamanın yanı sıra, mekanik temizlemeyi de sürdürür.

Unutulmamalıdır ki "doğru el yıkama" enfeksiyonlardan korunma ve enfeksiyon yayılmasını önleme açısından son derece ucuz ve etkili bir yöntemdir.

Malnutrisyon (Yetersiz Beslenme)

MALNUTRİSYON (YETERSİZ BESLENME)

Malnutrisyon, özellikle gelişmekte olan ülkelerde ciddi bir sağlık problemidir. Sadece az beslenme değil, çok fazla ancak tek tip veya yanlış yiyeceklerle beslenme, enfeksiyonlar ve buna bağlı malabsorbsiyon (gıdaların mide ve bağırsaklardan emilimindeki bozukluk) ile de ilişkilidir.Gelişmekte olan ülkelerde beslenme bozukluğu ve kirli sular; özellikle çocuklarda tekrarlayan ishallere yol açarak malnutrisyona neden olur. Toplumsal ayaklanmalar ve savaşlar su kaynaklarına yapısal hasarlar verip, onların kontaminasyonuna neden olarak malnutrisyonun artmasına yol açarlar.

Malnutrisyonun tüm formları hastalık ve erken ölüm riskini arttırır. Örneğin protein enerji malnutrisyonu, gelişmekte olan ülkelerde 5 yaş altı çocuk ölümlerinin yarısından sorumludur. Hastalığın ağır formları marasmus (kronik yağ, kas ve doku kaybı), kretenizm ve iyot eksikliğine bağlı beyin hasarı, vitamin A eksikliğine bağlı enfeksiyon riski ve ölümdür.

Güvenli su kaynakları, hijyen ve sanitasyonun yeterli olmamasına bağlı olarak infeksiyonlara maruz kalan kişilerde beslenme bozulur. Sekonder malnutrisyonda ishali olan kişiler sık dışkılamaya bağlı olarak aldıkları besinlerden tam olarak yararlanamazlar. Kronik beslenme yetersizliği dünya üzerinde yılda ortalama 792 milyon insanı etkilemektedir. Etkilenme oranı gelişmekte olan ülkelerde %20'ye kadar çıkabilmektedir. Malnutrisyon tüm yaş gruplarını etkilemekle birlikte, temiz su, uygun sanitasyon, yeterli sağlık hizmetlerine ve sağlık eğitimine ulaşamayan yoksul kişiler arasında daha yaygındır. Protein-enerji malnutrisyonlu çocukların %70'den fazlası Asya'da, %26'sı Afrika'da ve Karaibler'de yaşamaktadır.

Korunma:

Su kaynaklarının kontrolu, sanitasyon ve hijyen kurallarının uygulanması, Sağlıklı beslenme için eğitim, Endüstriyel ve tarımsal gelişmenin malnutrisyonu arttırmaması, Yoksullara yeterli ve sağlıklı besin sağlanması ile mümkündür.

15 Şubat 2009 Pazar

Suda Boğulma


SUDA BOĞULMA

Boğulma, su içinde kalma sonucu ölüm olarak tanımlanır. Boğulmanın, kuru ve yaş olmak üzere iki türü vardır. Yaş boğulmada kişinin solunum yollarına su girer ve dolaşım sistemi işlevini yapamaz hâle gelir. Daha nadir görülen kuru boğulmada ise solunum yolları spazma bağlı olarak kapanır. Boğulma vücutta nörolojik hasara yol açar. İyileşme; hızlı kurtarma ve resusitasyona (canlandırma uygulamasına) bağlıdır.

Çocuk boğulmaları genellikle çocukların erişkin gözetiminde olmamalarından kaynaklanır. Çocuklar sadece havuz, göl ve denizde değil aynı zamanda su birikintilerinde ve küvette de boğulabilir. Biraz yüzme bilen çocuklar kendi kapasitelerinin üstünde girişimlerde bulunabilir, yüzerken tehlikeli hareketler yapmaya çalışabilirler. Pek çok ülkede çocuk ve erişkinlerde yüzme öncesi alkol alımı boğulmanın en sık nedenidir. Can yeleklerinin kullanılmaması, bot, kano ve yat kazaları da boğulma ile ilişkili bulunmuştur.

Tüm boğulmalarda ölüm oranı yüz binde 8,4 civarındadır. Boğulma istatistikleri kazara boğulmaların yanı sıra, intihar ve cinayetleri de kapsar. Erkekler ve çocuklar boğulma istatistiklerinde ön sıralarda yer almaktadır. Boğulma, 5-14 yaş grubu çocuklarda 4. en sık ölüm nedeni iken, 5 yaş altı grupta 11. sıraya gerilemektedir. Erkeklerdeki yüksek riskin nedeni yaşam tarzına ve mesleki aruziyete bağlanmıştır. 15-44 yaş grubunda boğulma, ölüm sebepleri arasında 10. sırada yer almaktadır. Alkol kullanımı; ABD’deki gençler ve erişkinler arasında su ile ilişkili ölümlerin %25-50’sinden sorumlu tutulmaktadır.

Korunma:

Çocuk ve erişkinlere yüzme öğretilmesi boğulmadan korunmada en önemli yöntemdir. Ayrıca, yüzme esnasında karşılaşılabilecek çeşitli risklere karşı eğitim verilmesi de boğulma riskini azaltma açısından önemlidir.

Diğer önlemler şöyle sıralanabilir:

􀂯 Baş seviyesinden daha derin sularda yüzmemek,
􀂯 Açık ve kapalı tüm su alanlarında çocukların erişkin gözetiminde olması,
􀂯 Tek başına veya gözden uzak yerlerde yüzmemek,
􀂯 Halka açık yüzme alanlarında cankurtaran bulundurulması,
􀂯 Açık sularda yüzen ve iyi yüzme bilmeyen çocuk ve erişkinlerin can yeleği kullanması,
􀂯 Yüzme öncesi alkol alınmaması,
􀂯 Havuzlarda emme deliklerinin yapısının ve seviyesinin güvenli hale getirilmesi,
􀂯 Deniz vasıtalarında uygun kurtarma malzemelerinin bulunması, mürettebata ve yolculara yeterli bilgi ve eğitim verilmesi,
􀂯 Özellikle havuz ve su kaynaklarında çalışanlara kalpakciğer canlandırma yöntemlerinin öğretilmesi

Arsenik Zehirlenmesi


ARSENİK ZEHİRLENMESİ

Pek çok suda bir miktar arsenik bulunabilir. Dünya Sağlık Örgütü kriterlerine göre içme suyundaki arsenik miktarı 0.01 mg/litre’yi aşmamalıdır. Arsenikten zengin içme suyunu uzun süre (5-20 yıl) kullanan kişilerde arsenik zehirlenmesi (arsenikoz) ortaya çıkar. Ortaya çıkan sağlık sorunları; ciltte renk değişikliği, el ayası ve ayak tabanında sertleşme, cilt kanserleri; mesane, böbrek ve akciğer kanserleri; ayak ve bacaklarda damar hastalıkları; ayrıca diyabet, hipertansiyon ve üreme bozuklukları şeklinde özetlenebilir. Çin’de arsenikli su tüketiminin, damarları tutan ve gangrene yol açan “kara ayak hastalığı”na sebep olduğu bildirilmiştir. Diğer bazı ülkelerde de arseniğin, periferik damar hastalıkları oluşturduğunu gösteren yayınlar mevcuttur. Malnutrisyon arseniğin kan damarları üzerine olan etkisini arttırabilir.

Toksik bir element olan arseniğin, ciltten emilimi yok denecek kadar azdır. Dolayısıyla arsenikli su ile el yıkama, çamaşır yıkama, temizlikte kullanma ve banyo yapmakta insan sağlığı açısından bir sakınca yoktur.

Doğal arsenik kontaminasyonu Arjantin, Bangladeş, Şili, Çin, Meksika, Tayland ve ABD gibi birçok ülke için sorun teşkil etmektedir. Özellikle Bangladeş’deki arsenik problemini DSÖ yakından takip etmekte olup, bu ülkedeki sığ su kuyularının %27’sinde yüksek düzeyde (0,05mg/L) arsenik saptanmıştır. Yüz yirmi beş milyonluk Bangladeş nüfusunun 35-77 milyon kadarının kontamine içme suları nedeniyle risk altında olduğu tahmin edilmektedir.
Korunma:

􀀔 İçme sularındaki arsenik oranını 0,01 mg/dl altında tutmak için kuyular daha derin kazılmalı,
􀀔 İçme sularının tahlilleri rutin olarak yapılmalıdır.

Anemi


ANEMİ
Anemi, kırmızı kan hücrelerinin sayı ve/veya fonksiyonca yetersizliğine bağlı olarak dokulara yeterli oksijen taşınmadığı bir durumdur. Anemiye en duyarlı kişiler çocuklar ve hamile kadınlardır. Ağır anemilerde yorgunluk, halsizlik ve baş dönmesi görülür; cilt, dudaklar, dil, tırnak yatakları ve göz altları soluktur. Tedavi edilmezse kronik hastalıklara zemin hazırlar; anemik hamile annelerin bebeklerinde gelişme geriliği; bebek ve çocuklarda enfeksiyon riskinde artış, kognitif fonksiyonların (düşünce, dikkat, zeka, algılama, vb.) gelişmesinde gecikme ve tüm hasta gruplarında fiziksel kapasitede azalma ortaya çıkar.

Düşük doğum ağırlıklı bebekler, küçük çocuklar ve genç bayanlar anemi açısından risk altındadır. Hamile kalabilecek yaştaki genç kadınların demir ihtiyacı, daha yaşlı kadınlar ve erkeklere göre 2-3 kat daha fazladır.

Beslenme faktörlerinden anemiye en sık yol açanı demir eksikliğidir. Tek düze ve demir emilimini engelleyen maddelerle (fitatlar) beslenme, gıdalarla alınan demirin kullanılmasına ve demir eksikliğine neden olur.

Demir eksikliğinin yanı sıra hijyen, sanitasyon, temiz su sağlanamaması gibi pek çok etmene bağlı olarak gelişen enfeksiyonlar (şistosomiazis, sıtma, kıl kurdu enfestasyonu) da anemiye yol açar. Sıtma aneminin önemli bir nedenidir. Dünya üzerinde 300-500 milyon insanı etkilemektedir. Endemik olduğu bölgelerde anemi olgularının yaklaşık olarak yarısından sorumludur (DSÖ 2000). Ayrıca; yaklaşık 44 milyon hamile kadın kıl kurdu ile 20 milyon insan ise şistosomiazis ile enfektedir. Suyla ilişkili anemiler, malnutrisyon ve su kaynaklı enfeksiyonlar sonucu gelişmektedir.

DSÖ verilerine göre dünyada 2 milyar insan anemiktir. Anne ölümlerinin %20’sinden sorumlu tutulan anemi olgularının %90’ı gelişmekte olan ülkelerdedir.

Anemi pek çok tetikleyici faktöre bağlı olarak ortaya çıkabileceğinden, anemiye yol açan nedeni (besin - folik asit, vitamin A, vitamin B12 eksikliği) bulup, tedavi etmek önemlidir. Anne sütü ile beslenmenin desteklenmesi ve uygun gıdaların alınması anemiyi kontrolde önemlidir. Ayrıca su kaynaklarının temizlenmesi ve hijyeni, özellikle sıtma ve şistosomiazisin yaygın olduğu yerlerde aneminin önlenmesi açısından çok önemlidir.

Sıtma ve Korunma Yolları


SITMA (MALARYA)

Dünyadaki en önemli paraziter enfeksiyon hastalığıdır. İnsanlara genellikle anofel türü dişi sivrisineklerin sokması ya da enfekte kanın inokülasyonu ile bulaşır. 45˚ kuzey ve 40˚ güney enlemleri arasında kalan tropikal ve subtropikal bölgelerde, bataklıklara komşu alanlarda sık görülür.Yaygınlaşması su kaynakları ile yakından ilişkilidir.

Kırk yıl önce sadece Afrika’da sıtmaya bağlı olarak yılda 2,5 milyon kişi ölmekteydi. Sıtma günümüzde Afrika’da 5 yaş altındaki çocuk ölümlerinin ilk beş nedeninden biridir ve yılda ortalama 1 milyon çocuk bu hastalık nedeniyle hayatını kaybetmektedir. Buna karşılık Kuzey Amerika, Avrupa ve Avustralya’dan eradike edilmiştir.

Sıtma, tarihte her zaman Anadolu’nun en önemli sağlık sorunlarından biri olmuştur. 1927 yılında Sağlık Bakanlığı (S.B.) bütçesinin (3.203.400 TL) %17’si (560.000 TL) sıtma savaşına ayrılmış iken, 1945’de hastalığın önemi göz önüne alınarak S.B. bütçesinin (17.907.024 TL) %39’u olan 7.150.000 TL bu işe ayrılmıştı. Önemli miktardaki kaynağın da kullanılması ile sıtma savaşında başarıya ulaşılmış olup 1977 yılına gelindiğinde ise sıtma savaşına ayrılan pay S.B. bütçesinin (56.505.498.000 TL) ancak %4’ünü oluşturmuştur.

Sıtmaya, Güneydoğu Anadolu bölgemizde odaksal, diğer bölgelerde ise sporadik olarak rastlanmaktadır. Son zamanlarda anofellerin DDT’ye direnç geliştirip Amik ve güneydoğu ovalarında hızla çoğalması, sıtma olgularının yeniden artmasına neden olmuştur. Sıtma olgusu saptanan illerin başında Diyarbakır, Batman, Adana ve Şanlıurfa gelmektedir. Sıtma olgularının aylara göre artıp azalması, anofellerin üreyip, aktif hale geçme dönemleri ile paralellik gösterir. Yurdumuzda sıtma olgularının en fazla görüldüğü aylar Temmuz, Haziran, Ağustos, Eylül ve Ekim aylarıdır.

Plasmodium vivax, P. falciparum, P. malaria ve P. ovale olmak üzere dört tür sıtma paraziti vardır. Bu parazitlerin, insan vücudunda geçen eşeysiz ve insan kanında başlayıp dişi anofel vücudunda tamamlanan eşeyli olmak üzere iki gelişme dönemi vardır. Eşeyli üreme için ortam ısısı 20˚C’nin üzerinde ve nem oranı %60-80 olmalıdır. Enfeksiyonun bölge seçmesi bu özelliğe bağlıdır. Anofel cinsi sinekler insanları daha çok güneşin batmasından sonraki zaman diliminde ısırırlar.

Kuluçka süresi ortalama 14-30 gündür. Üşüme-titreme, yüksek ateş ve bol terleme ile karakterize SITMA NÖBETİ akut sıtmanın en önemli belirtisi olup yurdumuzda sık görülen vivax sıtmasında (malarya tersiyana) 48 saatte bir tekrarlar. Hastaların çoğunun dudakları uçuklar (herpes labialis).

Hasta kötü bir nöbet sonucunda ölmez ise bir süre sonra sıtma sessiz hale geçer. Tedavi edilmeyen olgularda tekrarlayan nöbetlerle anemi ilerler, dalak büyümeye devam eder, bazen karaciğer de büyür. Hasta halsizdir, çalışmak istemez, çeşitli mide bağırsak rahatsızlıkları gelişir. Sıtma küçük çocuklarda daha ağır seyreder, büyümeyi yavaşlatır. Kadınlarda adet düzeni bozulur. Gebelikte de daima ağırlaşmaya meyillidir. Sıtmaya yakalanan gebelerde düşük (abortus) ve erken doğum sık görülür.

Parmak ucundan alınan bir damla kanın boyalı mikroskobik tetkiki ile çok kısa sürede kesin teşhisi konulabilen bir hastalıktır. Her ateşli sıtma hastası yatırılmalı, bol sulu içecek (limonata vs) verilmeli, klinik belirtilere göre semptomatik tedavi (kan transfüzyonu, demirli preparatlar, beslenme vs) uygulanmalıdır. İlaç tedavisi; Chloroquine ve Primaquine adlı ilaçlarla yapılır. Bu ilaçlar Sağlık Bakanlığı’nın il ve ilçe teşkilatlarındaki görevliler tarafından hastalara ücretsiz olarak verilmektedir.

Korunma:

􀀔 Endemik bölgelerde taramalar yapılarak sıtmalılar belirlenmeli ve tedavi edilmelidir.
􀀔 Nüfus hareketleri kontrol edilmelidir.
􀀔 Endemik bölgeye gidenlere profilaktik olarak haftada bir, 2 tablet (300 mg baz) chloroquine veya 1 tablet (25 mg) pirimetamin verilmelidir.
􀀔 Bilinçli ve etkili sivrisinek mücadelesi yapılmalıdır. Bu amaçla insektisitlerle (DDT, Malation, Fenitritation, Popoxur, vb); şahsi korunma tedbirleri (Cibinlik, pencerelere tel, sinek kaçırıcı ilaçlar) ile erişkin sivrisineklere karşı tedbir alınmalıdır.
􀀔 Larvalara karşı durgun sular ve bataklıklar kurutulmalı, nehir yatakları düzenlenmeli, özellikle pirinç ekimi bilimsel usullerle yapılmalı,
􀀔 Ayrıca havuz ve göl gibi su birikintileri sık sık dalgalandırılıp, larvaların barınmasına elverişsiz hale getirilmeli,
􀀔 Böyle su birikintilerinde larva yiyen Gambusia veya Respora cinsi balıklar yetiştirilmeli,
􀀔 Kurutulamayan su birikintilerinde larvaların solumasına engel olmak için tedbirler alınmalıdır.

12 Şubat 2009 Perşembe

Trahom


TRAHOM (GRANÜLER KONJUNKTİVİT)

Gözün konjunktiva ve kornea bölümlerinin kronik bir enfeksiyonudur. Hastalığın etkeni Chlamydia trachomatis'dir. Klamidyalar; virüsler ile bakteriler arasında ortak özelliklere sahiptir. Isıya ve antiseptiklere dayanıksız oldukları halde kuruluğa uzun süre dayanırlar. İnsanlarda en sık görülen göz enfeksiyonu olan trahomun yaklaşık olarak 500 milyon kişiyi etkilediği hesaplanmıştır. Tekrarlayan enfeksiyonlar ve bunların komplikasyonlarına bağlı kör olan insan sayısının 6 milyon civarında olduğu bildirilmektedir.

Trahom su kaynaklarının sınırlı, sağlık hizmetlerinin yetersiz olduğu yerlerde, kalabalık yerleşim birimlerinde ortaya çıkar. Bulaşma kirli sularla, sineklerle, hastaların doğrudan teması veya havlu, mendil gibi eşyalarının kullanılması ile bulaşır. Aile içi bulaşmalara da sık rastlanır.

Hastalık; yaklaşık 7 günlük bir kuluçka döneminden sonra, her iki gözün konjunktivasında ödem, kanlanma, foto-fobi ve göz yaşarması gibi belirtilerle başlar. Daha sonra oluşan folliküller ve granülasyonlar aylarca devam eder. Tedavi edilmeyen olgularda görme fonksiyonları azalabilir.

Ülkemizin doğu ve güneydoğu bölgelerinde yaşayan insanların yarısından fazlasının trahoma yakalandığı 1925'lerde soruna çözüm bulmak amacıyla Sağlık Bakanlığınca dünyaya örnek olmuş bir kontrol programı başlatılmıştır. Dikey bir örgütlenmeye sahip bu program sayesinde trahomun görülme sıklığı, diğer bulaşıcı hastalıklar düzeyine gelmiştir. En son trahom savaş memuru kursu (3 ay süreli) 1973 yılında açılmıştır. Diyarbakır, Gaziantep ve Kilis'te 1930 yılında kurulmuş olan Trahom Hastaneleri, 1981 yılında; Trahom Savaş Dispanserleri ise 1984 yılından sonra kapatılmıştır.

1997 yılında uygulamaya konulan yeni "Trahom Kontrol Programı" birinci basamak sağlık kuruluşlarınca yürütülmektedir. Yeni veri kayıt sistemine göre 1997 yılında 10 ilde 1595 kişide aktif trahom olgusu bildirilmiştir.

Leptospiroz


LEPTOSPİROZ

Leptospiroz, esas olarak vahşi ve evcil hayvanların hastalığı olup; bu hayvanların idrarı ile doğrudan veya dolaylı temas sonucunda insanlara bulaşan Leptospira cinsi bakterilerin neden olduğu akut seyirli bir enfeksiyondur. Grip benzeri klinik tablo ile seyredebileceği gibi, olguların %5-10 kadarında sarılık, kanama, vaskülit ve böbrek yetmezliği ile karakterize Weil hastalığı şeklinde seyreder. Weil hastalığı; günümüze değin "şeker kamışı hastalığı, pirinç tarlası hastalığı, bataklık ateşi, domuz çobanı menenjiti, Japon sonbahar ateşi, fare ateşi ve yedi gün ateşi" gibi isimlerle anılmış olup, ölümcül seyir gösterebilir.

Lestospiroz; çöller ve kutuplar dışında dünyanın hemen her tarafında yaygın olarak bulunur. Tropik ve subtropik bölgeler ile az gelişmiş ülkelerde daha sıktır.

Leptospiraların en önemli rezervuarı fareler olup, ayrıca kedi, köpek, keçi, sığır, domuz, kuşlar, sürüngenler, çiftlik hayvanları, koyun, geyik ve tavşanlarda da enfeksiyon oluştururlar. Ev ve tarla farelerinin yarısının leptospira taşıdığı ve dolayısıyla bulaşta önemli rolleri olduğu saptanmıştır. Bakteriler, enfekte hayvanların böbreklerinde yıllarca kalabilir ve insanlara bulaş genellikle bu hayvanların idrarı ile dolaylı temas sonucu olur. Şiddetli yağmurlar sonucu oluşan sel suları da leptospiralar için uygun ortamlardır ve salgınlar gözlenebilir. İnsandan insana bulaşma nadirdir.

Bulaşma, kontamine göl, havuz, kanal suları, bataklık, pirinç tarlaları ve su birikintileri ile temas sonucu, deri bütünlüğünün bozulduğu yara ve kesiklerden, ağız, burun ve gözlerden etkenin alınması ile olur. Veterinerler, askerler, çiftçiler, mezbaha, maden ve kanalizasyon işçileri, pirinç ve şeker kamışı tarlalarında çalışanlar ve kontamine sularda yüzenler risk altındadır.

Hastalığın kuluçka süresi 2-12 gündür. Deri ve mukozalardan giren leptospiralar, kan dolaşımına karışıp, beyinomurilik sıvısı ve göz sıvısı dahil tüm vücuda yayılırlar. Hastalıktaki temel patoloji, böbrekler ve karaciğerde fonksiyon bozukluğudur. Hastalığın erken döneminde yüksek ateş, şiddetli baş ağrısı, karın ağrısı, kas ağrıları, titreme, gözlerde kızarıklık ve ciltte döküntüler görülür. Sarılık, cilt ve mükoz membranlarda (akciğer dahil) kanama, kusma, ishal, hemolitik anemi ve menenjit gibi komplikasyonlara neden olabilir.

Hamilelik döneminde düşük, erken doğum, ölü doğum veya nadiren bebekte leptospiroz gelişimi ile sonuçlanır. Etkenin kanda bulunduğu (septisemik) dönemde emziren annelerin sütlerinde de lepto-spiralar bulunur.

Korunma:

Leptospiroz, önlenmesi zor bir zoonotik enfeksiyondur. Çünkü; leptospiralar çok sayıda hayvan türünde, hatta aşılı köpeklerin bile idrarlarında bulunabilmekte ve insanlara geçebilmektedir.

Hastalıktan korunmak için;

¾ Özellikle hastalığın sık görüldüğü bölgelerde yaşayanlara su ve besin hijyeni konularında ve yağışlardan sonra olası tehlikelere karşı eğitim verilmeli,

¾ Kanal, gölet, akarsu ve bataklıklar gibi kontamine olma ihtimali bulunan yerlerde yüzmekten ve sularda oynamaktan kaçınılmalı,

¾ Kanalizasyon ve mezbaha işçilerine çizme, eldiven gibi koruyucu kıyafetler giydirilmeli,

¾ Önemli bir vektör olan farelerle mücadele edilmelidir.

¾ Veteriner tıbbında ve hayvan yetiştiriciliğinde leptospiroz aşısı yaygın olarak kullanılmaktadır.

¾ Bakterinin çok sayıda serovarının varlığı, insanların aşı ile korunmalarını hemen hemen imkansız hale getirir.

Lejyoner Hastalığı (Legionellozis)


LEJYONER HASTALIĞI (LEGİONELLOZİS)

Lejyoner hastalığı ya da Lejyonelloz; Legionella türü bakterilerin sebep olduğu akciğer enfeksiyonuna (pnömoni) verilen isimdir. Hastalık; hafif öksürük ve ateş gibi bulgulardan, solunum yetmezliği, bilinç durumunda değişiklik ve birden fazla organdaki yetmezliğe kadar geniş bir yelpazede karşımıza çıkabilir.

Legionella cinsi bakteriler nehir, göl, diğer doğal su kaynakları ve insan eliyle oluşturulmuş su dağıtım sistemlerinde (klimalarda, nemlendiricilerde, kaplıcalarda, vd.) bulunurlar 20-50 C'deki sıcak su sistemlerini kolonize ederler. Su sistemleri içinde bulunan bakteri ve protozoonlar, Legionella bakterilerinin çoğalmasını kolaylaştırabilir.

Bulaşma Legionella ile kontamine olmuş suların çeşitli yollarla solunum sistemine girmesi ile gerçekleşir. İnsandan insana direkt bulaşma olmaz. Legionella enfeksiyonuna karşı duyarlılık yaş ile orantılı olarak artmaktadır. Sigara içme, kronik akciğer hastalığı, özellikle kortizon kullanımına bağlı bağışıklık baskılanması, cerrahi girişimler ve organ nakli uygulamaları en önemli risk faktörleridir. Otellerde ve diğer tesislerde bulunan hava soğutma sistemlerindeki mikroplu sular vasıtasıyla enfeksiyonun yayılmasını takiben salgınlar ortaya çıkar.

Hastalığın erken devresinde ateş, halsizlik, kas ağrısı, iştahsızlık ve baş ağrısı bulguları mevcuttur. Ateş hemen her hastada vardır ve %20'sinde 40 oC'nin üstündedir. Hastaların %80'inde öksürük vardır ve %10 olguda balgamda kan görülür. Olguların %25-40'ında sulu ishal, bulantı, kusma ve karın ağrısı görülebilir.

Korunma:

9 İdeal korunma yöntemi Legionella'nın kolonize olduğu çevre kaynağını bulmak ve mikroorganizmayı burada yok etmektir.

9 Hastanelerde yılda bir kez en az 10 uç noktadan (musluk, duş başlığı, vb.) ve tüm sıcak su tanklarından su numuneleri alınarak test edilmelidir.

9 Legionella kolonizasyonu saptandığında;

o Su sıcaklığı 70-80 oC'ye çıkarılıp tüm musluklardan akıtılmalıdır (yayılmayı kontrol etmek açısından uygun, ancak kalıcı değildir),

o 2-6 ppm konsantrasyonda hiper-klorinizasyon yapılmalıdır (su sistemine zarar verebilir) ya da, o Bakır-gümüş iyonlama yöntemi uygulanmalıdır.(pahalı fakat kalıcı bir yöntemdir).

A ve E Hepatitlerinden Korunmada Genel İlkeler:


A ve E hepatitlerinden korunmada genel ilkeler:

Su ve besinlerle bulaşan infeksiyon hastalıklarından korunmada genel yöntem olan, aşağıdaki husulara uymak gerekir.

¾ Kişisel hijyen kurallarına dikkat edilmesi, özellikle el yıkamanın yaygınlaştırılması,

¾ Halka bu enfeksiyonlar ile ilgili bilgi verilmesi,

Su ve besin maddelerinin dışkı ve idrar ile kontaminasyonunun önlenmesi,

¾ Süt ve süt ürünlerinin teknik ve hijyenik kurallara uygun olarak topluma sunulması,

¾ Kabuklu deniz hayvanları satış yerlerinin kontrolu; kirli sulardan elde edilen kabukluların yenilmemesi veya yemeden önce en az 10 dakika kaynatılmasının öğretilmesi,

¾ Yiyecek ve içecek işiyle uğraşanların, portörlük yönünden kontrolu,

¾ Gıda imalathanelerinin ve depolarının hijyenik olması; gıdaların üretimden tüketime kadar kontrol altında tutulması,

¾ Karasinek ve fare gibi mekanik taşıyıcılarla mücadele edilmesi,

¾ Hepatit geçiren hastaların izolasyonu,

¾ Hastanede yatan hepatitli hastalar için önlem alınması,

¾ İnfekte kişilerin okula, kreşe ve işe gönderilmemesi, vb.

Yukarıda sıralanan genel tedbirlere ilaveten Hepatit A'ya karşı temas öncesi ve temas sonrası korunma önlemi olarak aşılar ve antiserumlar üretilmiştir.

Hepatit A aşısının, çocukluğunda A hepatiti geçirmemiş olan aşağıdaki risk gruplarına yapılması önerilmektedir.

1. Altyapı yetersizliği olan bölgelere seyahat edenlere

a. Üç aydan daha uzun ve sık sık seyahat edenlere,

b. Askeri ve diplomatik personele,

2. Kronik karaciğer hastalığı olanlara,

3. Sık sık faktör VII alan hemofili hastalarına (aşı cilt altına yapılmalı),

4. Uyuşturucu kullananlara,

5. Laboratuarda bu virüsle çalışan personele,

6. Salgınlar sırasında mental olarak zayıf kişilere,

7. Çocuk bakım merkezlerinde çalışan personele,

8. Homoseksüellere,

9. Hijyen uyumunun zayıf olduğu, temizlik işçileri ve gıda elleyicilerine.

Hepatit A aşısı %95 veya daha yüksek oranda bağışıklık oluşturur ve etkinliği en az 20 yıl sürer.

Eğer hepatit A virüsü bulaşı olmuşsa, bu durumda virüsün karaciğere ulaşarak hastalık oluşturmasını önlemeye yönelik immünglobulin (antiserum) uygulaması yapılır. Hepatit A immünglobulinleri, önceden A hepatiti geçirmiş olup, bağışık durumdaki insanların plazmalarından steril şartlarda elde edilen hepatit A'ya özgü antikorlardır.

Hazırlanan preparatların protein içeriği %10-18 civarındadır. Bilinen son temas sonrasında derhal ya da mümkün olduğunca erken 0,02 ml/kg dozunda spesifik immünglobulinin intramusküler (adale içinde) yapılması gerekir. Kişisel korunma için bulaşmayı takiben iki hafta içinde immün serum globulin uygulanabilir. Bu gün için temastan sonra en az 15 gün geçmişse immün-globulin verilmesinin pek yararı olmadığı bilinmektedir.

Hepatit E virüsü (HEV)


Hepatit E virüsü (HEV):

Hemen hemen tüm özellikleri Hepatit A virüsüne benzemektedir. Hepatit E, içme sularının kanalizasyon ile kontamine olduğu Çin, Hindistan, Meksika ve Kuzey Afrika ülkelerinde daha sık görülür. Bu ülkelerde dışkı ile kirlenmiş sular ile geniş kitleleri içeren salgınlara yol açar. Ev içi yakın temas ile bulaşma yaygın değildir. Ülkemizde antiHEV sıklığı ortalama %5 civarındadır. Şimdiye kadar Güney Doğu Anadolu bölgemizden iki salgın bildirilmiştir.

İnkübasyon periyodu 30-40 gündür. Akut kendini sınırlayan bir hepatit tablosu oluşturur. Hepatit A gibi, Hepatit E de kronikleşmez ve taşıyıcılık yapmaz. Sıklıkla 15 yaşından büyüklerde görülür ve genellikle 15-40 yaş grubunu etkiler. Gebelerde %20 olasılıkla ağır formda (fulminan) seyreder ve ölümcül olabilir.

Patogenezi de Hepatit A'ya benzer. Karaciğeri invaze etmeden önce bağırsaklarda çoğalır. Semptomların başlamasından önce virüs dışkı ile atılır. Enfeksiyözitesi düşük olduğundan, enfeksiyon oluşturması için çok miktarda virüsün alınması gereklidir.

Hepatit A Virüsü (HAV)


Hepatit A virüsü (HAV):

Isı, eter ve mide asidine direnci fazla olup, klor ve formalin ile inaktive olur. Su ve deniz suyunda 3-10 ay kadar yaşayabilir. Tüm dünyada tek serotipi vardır ve hastalığı geçirenlerde ömür boyu kalıcı bağışıklık bırakır. Sadece insanlarda hastalık yapar.

Hepatit A virüsü; dondurulup yeniden çözünmeye, asitlerle temasa, dietil etere ve 56 oC ısıya 30 dakika süreyle dayanıklı olup ultraviyole, formaldehit ve klor vb. içeren deterjanlar karşısında ve 98 oC ısıda bir dakikada harabolur.


Ülkemizde yetişkinlerin %95'i A hepatitinin geçirildiğini gösteren anti-HAV antikorlarına sahiptirler. A hepatiti ülkemizde genellikle okul çağında alınır yani çocuklarda daha sık rastlanır. Sonbahar ve kış başında daha sık görülür. Bu mevsimlerde duyarlı nüfusun fazla olduğu okul, kreş gibi yerlerde salgınlar görülebilir.

Hepatit A, alt yapı sorunu olan ülkelerde yaygındır. İnsan dışkısı ile kirlenmiş besinlerle ve kabuklu deniz hayvanları ile de bulaşır. Sular; klorlama yetersiz ise bulaştırıcıdır.

Hepatit A virüsü, oral yolla alındıktan 2-6 hafta sonra dışkıda görülmeye başlayıp, klinik olarak hepatit başladıktan 2 hafta sonraya kadar dışkıda bulunmaya devam eder. Virüsün dışkıda görülme dönemlerinde hastalar bulaştırıcıdırlar.

Kuluçka süresi 2-6 hafta (Ort: 30 gün) dır. Hastalık ateş, halsizlik, iştahsızlık, bulantı ve karın ağrısı belirtileri ile kendini gösterir. Genelde ilk dikkat çeken bulgu, idrar renginin koyulaşmasıdır. Göz akları, dil altı ve cilt sararır. Hastalık 1-2 haftadan, birkaç aya kadar sürebilir.

Toplumumuzda hepatit A çocuklar arasında çok yaygındır. Yaş arttıkça tablo ağırlaşır ve sarılık görülme ihtimali fazlalaşır. A hepatiti kronikleşmez, ancak altta yatan başka bir karaciğer hastalığının varlığında infeksiyon daha ağır seyreder. Hepatit A'da ölüm oranı %0,2-0,4 civarında olup, çocuklarda çok nadirdir. Ancak karaciğer nekrozu gelişen olgularda %70-90 ölüm görülebilir.

Hepatitler


HEPATİTLER

Vücudun hemen her etkinliğinde düzenleyici, destekleyici, düzeltici rolleri nedeniyle vazgeçilmez bir organ olan karaciğerin çalışma düzeninin bozulmasına yol açan karaciğer hücresi iltihabına HEPATİT denir.
Hepatite yol açan nedenler arasında;

‰ Mikroorganizmalar (Bakteri, virüs, amip)
‰ İlaçlar (Anksiyolitik, Kas gevşetici, Ağrı kesici)
‰ Hormonlar (Steroidler)
‰ Zehirler (Mantar toksinleri)
‰ Birikim hastalıkları (Yağlanma) sayılabilir.

SARILIK ise; cildin, iç örtülerin (mukozaların) ve göz aklarının sararması ile belirginleşen ve birçok hastalık nedeni ile gelişebilen bir bulgudur. Ortaya çıkması için;
karaciğerde yapılan ve bilirubin adı verilen ve sarı rengin kaynağı olan ürünün yapımında artış, atılımında azalma ya da bu nedenlerin birlikte bulunması gerekir. Ancak; her hepatit hastasında sarılık görülmeyebileceği gibi, her sarılık olgusu da hepatite bağlanmamalıdır.

Hepatitler dışında;

‰ İlaçlar (Örn. Göz anjiyografisinde kullanılanlar),
‰ Hemolitik kan hastalıkları,
‰ Büyük hematomlar (kan toplanması) ve
‰ Karaciğer enzim bozuklukları (Örn. Gilbert Sendromu) da sarılığa yol açabilir.

Viral hepatit:

Işık mikroskobu ile görülmeyecek kadar küçük, virüs adı verilen mikroorganizmaların insan karaciğerinde oluşturdukları yaygın iltihaplanmaya VİRAL HEPATİT denir.

Akut viral hepatit (AHV)'ler en yaygın enfeksiyonlardan olmaları, uzun süre iş ve güç kaybına neden olmaları ve bazen de ölüm veya kronik hepatitle sonuçlanmaları sebebiyle tüm dünyada ve özellikle ülkemizde en önemli halk sağlığı sorunlarından biridir.

Normalde her insanda üretilmekte olan bilirubin, çalışma düzeni bozulan karaciğer hücreleri tarafından gereğince kandan alınıp safraya atılamaz ve sarılık ortaya çıkar. Viral Hepatitli hastalarda çoğu zaman karaciğerin kanı bilirubinden temizleme etkinliği tamamen bozulmaz ve sarılık tablosu ortaya çıkmaz (GİZLİ SARILIK).

Viral hepatite sebep olan virüsler:

Primer hepatotrop virüsler;

HEPATİT A VİRÜSÜ (HAV)
HEPATİT B VİRÜSÜ (HBV)
HEPATİT C VİRÜSÜ (HCV)
HEPATİT D VİRÜSÜ (HDV)
HEPATİT E VİRÜSÜ (HEV)
HEPATİT G VİRÜSÜ (HGV)
HEPATİT TT VİRÜSÜ (HTTV)
Sekonder hepatotrop virüsler;
EBV, CMV, HSV, VZV, Adenovirüs, Coxsackie, Rubella, Rubeola ve Sarı Humma virüsleri vd.
EKZOTİK VİRÜSLER: Marburg, Lassa, Ebola virüsleri

Kolera ve Korunma Yolları


KOLERA

Kolera, insanlara su ve besinlerle sindirim kanalından bulaşan kusma ile başlayıp, şiddetli ishal ile seyreden bir ince bağırsak enfeksiyonudur. Yaptığı büyük salgınlar ve bu salgınlarda görülen yüksek ölüm oranları ile eski çağlardan beri tanınan bir hastalıktır. Dünya Sağlık Örgütü 2000 yılında 140 000 vaka ve 5000 ölüm rapor etmiş olup bu olguların %87'si Afrika kıtasındadır.

Kolera hastalığının etkeni Vibrio cholerae bakterisidir. Vibriyonların dış etkilere karşı direnci az olup 55 oC'de 10-15 dakikada, kaynama derecesinde ise 1-2 dakikada ölürler. Kuruluğa, güneş ışığına ve asitlere hiç dayanamazlar. Mide asiditesi vibrionları kısa sürede inaktive eder ki bu durum birçok insanı koleraya yakalanmaktan korur.

Vibrionlar çeşitli eşya ve besinler üzerinde birkaç saat ile birkaç gün arasında canlı kalabilirler. Temiz çeşme, nehir ve göl sularında haftalarca canlı kalabilmelerine karşılık; bakterilerden zengin nehir, deniz ya da kanalizasyon suları içinde birkaç günden fazla yaşayamazlar.

İnsandan insana; hasta veya portör dışkıları ile enfekte olmuş içecek ya da yiyeceklerle bulaşır. Kontamine çiğ yenen sebze ve meyveler, midye ve istiridye gibi deniz ürünleri ile içme ve kullanma suları hastalığın yayılmasında önemli rol oynarlar. Ayrıca karasinek ve hamamböcekleri de yiyecekleri kontamine ederler.

Kolera fekal-oral yolla bulaşan diğer hastalıklar gibi;

• Alt yapısı yetersiz olan, içme ve kullanma sularının kanalizasyon sularına karıştığı,

• Sularının sık sık kesildiği,

• Tuvalet atıklarının arıtma işleminden geçirilmeden akarsu, deniz ve göllere boşaltıldığı,

• Kişisel hijyen kurallarının uygulanmadığı,

• Sosyo-ekonomik yönden gelişmemiş ülkelerde büyük salgınlara yol açmaktadır.

Kolera vibriyonlarının doğal kaynağı insanlardır. Ayakta gezen atipik ve hafif olgular hastalığın yayılmasına neden olur. Salgınlar genellikle deniz seviyesinden fazla yüksek olmayan yerlerde, yağışlı, nispi nem ve hava sıcaklığının yüksek olduğu mevsimlerde, akarsuların ve kanalların geçtiği bölgelerde daha fazla ortaya çıkar.

Duyarlı bir kişide kolera oluşabilmesi için yeterli sayıda etkenin ağız yoluyla alınması gerekli olup, bu miktar ortalama 10 milyon - 1 milyar vibriyondur. Fizyolojik bir bariyer olan mide asiditesi herhangi bir sebeple zayıflar ve vibriyolar bu engeli aşarlarsa, kendileri için elverişli bir ortam olan duodenum ve ince bağırsaklara ulaşmış olurlar. Kolera vibriyonlarının insan vücudunda yerleşip, çoğaldıkları organ ince bağırsaktır. Komşu organlara ve kan dolaşımına geçmezler.

Kuluçka dönemi birkaç saat ile 7 gün arasında değişmekte olup; ortalama 2-3 gündür. Hastalık tablosunun oluşumundan, vibriyonların salgıladığı bir enterotoksin (kolerajenik toksin) sorumludur. Kişiler sıhhatte iken, boşalır gibi bir kusma, karın ağrısı ve boşalır gibi ishal (diyare) ortaya çıkar. Hasta tuvalete gitmeye fırsat bulamaz. Zamanla kusmuk ve dışkının miktarı artar, rengi açılır ve pirinç yıkantı suyu görünümünü alırlar. Hastalar günde 8-10, hatta 15 litre sıvı kaybeder. Kusmalar nedeniyle ağızdan sıvı ve katı besin almak imkânsızlaşır. Bu durumdaki hastalara damar yolu açılarak derhal elektrolitli serum uygulanması gerekir.

Ağır olgularda teşhis oldukça kolaydır. Çünkü sağlıklı bir kişiyi 4-8 saat gibi oldukça kısa sürede şok ve ölüme götürebilen başka bir ishal tablosu yoktur. Tedavi edilmeyen ağır olgularda ölüm oranı %50'ye kadar çıkabilmektedir. Koleraya bağlı ölümler genellikle ilk 18 saat içinde gerçekleşmektedir. Oysa kaybedilen sıvı ve elektrolitler hızlı bir şekilde yerine konur ise hastalar 1-2 gün gibi kısa bir süre içinde şifa bulabilirler.

Korunmada hijyenik önlemler çok önemlidir.

9 İçme suları kesinlikle kaynatılmadan içilmemelidir.

9 Şehir şebekesindeki sular bilimsel olarak klorlanmalıdır. Kuyu ve akarsulardan sağlanan sular dezenfekte edilmelidir.

9 Sodyum hipoklorit, çamaşır sularının içinde ortalama %5 oranında bulunmaktadır. Bu tür çamaşır sularından 1 lt suya 2-3 damla; ya da 1 teneke suya 1 çorba kaşığı ilave etmek içme sularının dezenfeksiyonu için yeterlidir.

9 Çiğ sebze ve meyveler önce 1/5000'lik permanganat solüsyonunda 15 dakika veya sodyum hipoklorit solüsyonunun 10 kat yoğun hazırlanmışında yarım saat bekletilmeli ve daha sonra iyice yıkandıktan sonra yenilmelidir.

9 Kanalizasyonlar ile irtibatlı deniz, göl ve nehirlerden sağlanan midye, istiridye ve balık gibi su ürünleri de bulaşmada önemli rol oynarlar.

9 Ayrıca sinek ve hamamböceklerine karşı etkili mücadele yapılmalıdır.

9 Salgınlar sırasında topluma, hastalığın bulaşma yolları hakkında bilgi verilmeli,

9 İnsanlara, karışık gıda tüketmemeleri, alkollü içecek almamaları önerilmelidir.

9 Portör taraması yapılmalı, portör olarak kabul edilen kişilere bir günde oral yolla 8 gr. streptomisin verilerek bulaştırıcılıkları engellenmelidir.

9 Büyük salgınlarda okulların kapatılması, gereksiz seyahatlerin önlenmesi ve koleralı bölgeye gidip gelenlerin ülke sınırlarında ciddi şekilde kontrol edilmeleri sağlanmalıdır.

9 Salgın esnasında asitli içecekler, radyasyondan geçirilmiş gıdalar, pişirilmiş, pastörize edilmiş veya konserve gıdaların tüketilmesinde sakınca yoktur.

9 Halen kullanılmakta olan kolera aşısı, ısı ile öldürülmüş vibriyonların, fenollü tuzlu su süspansiyonu olup, bir mililitresinde 8 milyar bakteri bulunur.

9 Cilt altına ya da adale içine olmak üzere 3-4 hafta ara ile 2 kez uygulanır.

9 Aşıdaki antijen ölü bakterilerden yani endotoksinlerden oluşmasına karşılık, hastalık bir ekzotoksin olan kolerajenik toksin ile oluştuğundan aşının koruyucu etkisi zayıftır ve ancak %30-80 vakada koruyucu olur. Koruma süresi 3-4 ay olup, rutin olarak uygulanmamaktadır.

Tifo, Paratifo ve Korunma Yolları


TİFO ve PARATİFO

Tifo, Salmonella typhi bakterisinin sebep olduğu yüksek ateş, baş ağrısı, karın ağrısı, şuur bulanıklığı gibi belirtilerle karakterize, insanlara özgü, sistemik bir enfeksiyon hastalığıdır.

Paratifo ise Salmonella paratyphi A, B ve C bakterileri nin yol açtığı, semptomların tifoya benzer ancak daha hafif olduğu klinik tablodur.

Hastalık enfekte insanların idrar ve kontamine olmuş gıda ve suların alınması
dışkıları ile ile bulaşır.

Kanalizasyon sularının, içme ve kullanma sularına karışması sonucunda tifo salgınları görülür. Gıda işleriyle uğraşan portörlerden gıdalara bulaşarak da gıdayı tüketenler arasında salgınlar ortaya çıkabilir. Tifo; hastaların kullandığı bardak, havlu gibi eşyaların tutulması ile ellerle de bulaşabilmektedir. Sinekler ayaklarıyla tifo basillerinin gıda ve sulara bulaşmasında mekanik taşıyıcılık yaparlar. Dünyada yılda 17 milyon insanın salmonellalarla enfekte olduğu sanılmaktadır.

Etken:

Salmonella cinsi bakteriler ve bunların oluşturduğu en feksiyonlara dünyanın hemen her yerinde rastlanmaktadır. Salmonella'lar 2-5 mikron boyunda, 0,7-1,5 mikron eninde, sporsuz kapsülsüz gram negatif basillerdir. Doğal yerleşim yerleri bağırsaklar olduğu halde; toprakta, dere, ırmak ve diğer su kaynaklarında da yaşar. Salmonella'lar geniş bir ısı aralığında (7 C- 48 oC) ve geniş bir pH (4-8) aralığında ürerler. Ancak, en iyi üreme ısısı 37 oC ve en iyi üreme pH'ı 7,4'dür.
Salmonella'lar çevre koşullarına oldukça dirençlidir. Yaklaşık olarak toprakta 360-480 gün, suda 20-200 gün, atık sularda 500-1000 gün, taze ette 14 gün, donmuş sütte 60-140 gün, peynirde 35-270 gün, tereyağında 105 gün, süt tozunda 590 gün, dondurmada 2500 gün, kurutulmuş yumurtada 4700 gün ve balık ununda 360 gün süreyle canlılıklarını koruyabilir; 65,5 oC de 37 saniyede, 74 oC'de 0,55 saniyede inaktive olurlar. Salmonella'lar doğrudan temas ettiklerinde dezenfektanlara çok duyarlıdırlar. Su dezenfeksiyonunda kullanılan klor konsantrasyonları, sulardaki Salmonella'ları öldürmeye yeterlidir.

Klinik belirtiler:

Hastalık; içinde bol miktarda bakteri bulunan su ve yiyeceklerin, çiğ veya az pişmiş olarak tüketilmesi sonucunda gelişir. Kuluçka süresi ortalama 10-14 gündür. Klasik tifo olgularında kırıklık, halsizlik, baş ağrısı ve yavaş yükselen ateş ile karakterize sinsi bir başlangıç görülür. İlk haftanın sonunda ateş 39-39,5 oC'ye ulaşır.

İkinci hafta boyunca ateş yüksek seyreder, hasta dalgındır ve şuuru bulanıktır. Nabız sayısı ateşe paralel olarak yükselmez (relatif bradikardi). Karında gaz toplanır; yüz soluk, dudaklar kuru ve çatlak, dil paslıdır. Hastaların yarıya yakınında ishal, yarıdan fazlasında ise kabızlık vardır.

Üçüncü haftanın sonunda düşmeye başlayan ateş, dördüncü haftanın sonunda normale iner.

Tifoda, paratifodan daha sık olmak üzere bazı komplikasyonlar görülür. Bunlar; bağırsak kanaması, bağırsak delinmesi, safra kesesi ve yolları enfeksiyonu, perikardit, miyokardit, arterit, osteomiyelit, orşit, karaciğer ve dalak apseleri, yumuşak doku enfeksiyonları vb. tablolardır. Tifoya bağlı ölüm oranı bugün için %1-2 civarındadır.

Hasta olmadıkları veya hastalığı geçirdikleri halde, dışkı ya da idrarlarında bakteri bulunan kişilere taşıyıcı denir. Taşıyıcılığın bir yıldan daha uzun süre devam etmesi durumunda kronik taşıyıcılıktan söz edilir.

Antibiyotik tedavisi tifo ve paratifoda 14 gün, lokal organ enfeksiyonlarında ve kronik taşıyıcılığın giderilmesinde 4-6 hafta sürdürülür.

Korunma:

Tifodan korunmak için üretilen çeşitli aşılar bulunmasına rağmen, bunların koruyuculuğu %100 değildir. Tek başına aşıya güvenmek yanlıştır. Aşı gelişmekte olan ülkelere giderek kontamine su ve gıdalarla karşılaşacak olan kişilere, laboratuarda S. typhi ile çalışanlara ve kronik taşıyıcıların aile bireylerine uygulanabilir. Bu bakımdan salmonella enfeksiyonlarından korunma, kişisel hijyen kurallarının eksiksiz uygulanmasına, tüketilen su ve gıdaların temiz olmasına; sağlıklı bir atık giderim sisteminin kurulmasına; kronik taşıyıcıların tespit edilip tedavi edilmesine bağlıdır. Taşıyıcıların gıda ve su ile ilişkili işlerde
çalışmaları engellenmelidir. Tifo hastalarının kullandığı tuvaletlerin dezenfekte edilmesi, bu hastalarla temastan sonra ellerin yıkanması da korunmada çok önemlidir.

ABD'de 1920 yılında 36000 olan olgu sayısı, gıda hijyeni ve temiz su sağlanması gibi önlemler sayesinde 1968'den beri yılda yaklaşık 500 olguya kadar gerilemiştir.

Bağırsak Parazitleri ve Korunma Yolları


BAĞIRSAK PARAZİTLERİ

Bağırsak parazitlerine bağlı enfeksiyonlar dünyanın hemen her tarafında yaygın olarak görülmekte ve seyahatlerin artışına paralel olarak da görülme sıklığı gittikçe artmaktadır. Bağırsak parazitleri; boyutları birkaç milimetre ile birkaç metre arasında değişen, simetrik yapıda, omurgasız ve çok hücreli canlılardır. Erişkin formları insan vücudunda yaşayan parazitlerin yumurta veya kurtçukları (larvaları) dış ortamda veya ara konakta gelişerek bir başka insan için enfektif hale gelirler.

Parazitler sıklıkla insan ve hayvan dışkısıyla veya toprakla kirlenmiş eller, besin maddeleri ve su ile bulaşır.

Parazitler genellikle vücutlarının dalgalanması, uzayıp kısalması veya önden arkaya peristaltik kasılmalarla ve yavaş hareket ederler.

Korunmada başlıca yol enfeksiyon zincirinin kırılmasıdır. Bu amaçla asıl konak olan insanlar tedavi edilerek parazitin yumurta ve kurtçukları yok edilir. Ayrıca ellerin uygun şekilde yıkanması, tırnakların uzatılmaması, çiğ sebzelerin yıkandıktan ya da pişirildikten sonra yenilmesi, çiğ et tüketilmemesi, su güvenliğinin sağlanması ve kirli sularda yüzülmemesi gibi hijyenik tedbirlerin alınması korunma açısından çok önemlidir.

Amipli Dizanteri ve Korunma Yolları


AMİPLİ DİZANTERİ

Entamoeba histolytica'nın neden olduğu bulaşıcı bir kolittir. Bu amip dünya üzerindeki en yaygın bağırsak parazitlerinden biridir. Özellikle gelişmekte olan ülkelerde önemli bir sağlık problemidir. Dünya nüfusunun %10'undan fazlasının amip ile enfekte olduğu tahmin edilmektedir. Yurdumuzda daha ziyade Güneydoğu Anadolu ve Marmara bölgelerinde görülür.

DSÖ'nün 1997 yılındaki raporlarında, dünyada 500 milyondan fazla insanın amebiyaz tanısı aldığı ve yaklaşık 100 000 insanın bu nedenle yaşamını yitirdiği bildirilmiştir.

Amebiyaz, sıtmadan sonra en çok ölüme neden olan protozoon hastalığıdır. Epide-miyolojik çalışmalarda, amip enfeksiyonlarına en sık Hindistan, Kuzey ve Doğu Afrika,
Uzak Doğu, Güney ve Orta Amerika'da rastlandığı bildirilmektedir.

Bulaşma, su ve besinlerin içinde bulunan amip kistlerinin oral yoldan (ağızdan) alınması ile olur. En önemli kaynak, hasta olmadıkları halde bağırsaklarında amip taşıyan insanlardır. Portör bir kişinin dışkısıyla günde 15 milyona varan sayıda amip kisti çıkardığı tahmin edilmektedir. Bulaştırmada eller ve karasinekler de rol oynar. Oral yolla alınan kistler bağırsaklarda trofozoit haline dönüşürler; bakteri, hücre ve gıda artıklarını fagosite ederek (yiyerek) beslenip çoğalır ve kolonize olurlar. Bu amiplerin daha sonra patojen hale gelip, dokulara saldırdığı ve kalın bağırsaklarda ülserler oluşturduğu bildirilmektedir. Sonuçta bağırsak duvarı kalınlaşır, sertleşir ve lümeni daralır.

Birkaç gün ile birkaç ay (ortalama 6-10 gün) arasında değişen kuluçka döneminden sonra bulantı, kusma, kramp tarzında karın ağrısı ve günde 8-40 arasında değişen sayılarda ishal ortaya çıkar. Hastalık çocuklarda yüksek ateşle birlikte, daha ağır ve ölümcül seyreder. Yapılan çalışmalarda hastaların yaklaşık ¾'ünde belirtilerin dört hafta kadar sürdüğü tespit edilmiştir. Amipli dizanteri dışkısı kanlı-mukuslu, ancak cerahatsiz olup; berrak, parlak kırmızı renkte ve kırmızı jöleye benzer görünümdedir.
Korunma:

Hastaların ve portörlerin tedavisi,

Su ve yiyeceklerin kirlenmesinin önlenmesi,

El yıkama ve tuvalet kullanma alışkanlığı kazandırılması

Sinek ve böceklerle mücadele ile mümkündür.

En çok marul ve maydanoz gibi sebzeler kontamine olur. Enfeksiyonun yayılmasında ilk kaynak genellikle sulardır. Sadece suların kaynatılması ile amiplerin yok olduğundan emin olunabilir. Sebzeler kistlerden arındırılmak için, pratik olarak kuvvetli deterjanlarla yıkanmalı ve sirkeiçinde 10-15 dakika bekletilmelidir.

Basilli Dizanteri ve Korunma Yolları


BASİLLİ DİZANTERİ

Shigella cinsi bakterilerin neden olduğu kanlı mukuslu ishal, karın ağrısı ve ateş ile seyreden akut, enfeksiyöz bir kolittir. Ülkemizde sık görülen bir enfeksiyondur. En çok yaz ve sonbahar aylarında rastlanır. Shigella ile insanlar çok kolay enfekte olur. Salmonella ve vibrioların hastalık oluşturabilmesi için 100.000 kadar bakterinin ağız yoluyla alınması gerektiği halde, 200'den az Shigella bakterisi bile dizanteri oluşturabilir.

Basilli dizanteri, fekal-oral bulaşmanın en iyi örneği olarak, alt yapısı yetersiz ve hijyen koşulları kötü olan az gelişmiş ülkelerde sık görülür. Bakteriler; hastaların kullandığı tuvaletlerin kullanılması ile diğer insanlara bulaşabileceği gibi, lağım sularının karıştığı dere suları ile sulanan sebzelerin (maydanoz, marul, vs.) çiğ yenmesi ile de bulaşır.

Hastalığın akut döneminde çok miktarda Shigella bakterisi dışkı ile atılır ve bu dönemde çevre kontamine olur. Bakteriler soğuk ve nemli ortamlarda haftalarca yaşayabilir. Şigellaların oda ısısındaki sularda 6 aya kadar ve toprakta 9-12 gün canlı kalabildikleri tespit edilmiştir. Bu nedenle alt yapının yetersiz olduğu bölgelerde su ve besin kaynaklı salgınlar olabilmektedir. Sinekler de enfeksiyonun yayılmasında mekanik taşıyıcılık yaparlar.

Basilli dizanteri genel olarak bir yaz mevsimi hastalığıdır. En çok 1-5 yaş arası çocuklarda görülür. Beslenmede anne sütünün ön planda olduğu ilk 6 aylık bebeklerde genellikle basilli dizanteri oluşmaz. Anne sütü ile beslenmenin az olduğu gelişmiş ülkelerdeki bebeklerde çok ciddi şigelloz tabloları gelişmektedir.

Bakteri alındıktan 1-3 gün sonra kramp tarzında karın ağrıları, yumuşak kıvamda dışkılama ve hafif ateş görülür. Bir iki gün içerisinde dışkılama sayısı günde 20-30'u hatta 40'ı bulur. Dışkı kanlı-mukuslu, şekilsiz ve miktarı azdır. Ateş her hastada yükselmez, yükselenlerde ise 3 gün kadar devam eder. Su ve elektrolit kaybı nedeni ile hastanın tansiyonu düşer, halsizlik belirginleşir. Nadiren su gibi dışkılama olabilir. Hastalık, antibiyotik verilmese de 1-2 hafta içerisinde kendiliğinden düzelmektedir. Antibiyotik uygulamaları, hastalığın 2-3 günde düzelmesini sağlar ve dışkı ile bakteri atılımını önler.

Korunma:

9 Temiz su teminine yönelik çalışmalar yapılmalı,

9 Sular bilimsel olarak klorlanmalı,

9 Alt yapı tesisleri sağlıklı hale getirilmeli,

9 Kişisel hijyen ve gıda hijyenine yönelik tedbirler alınmalı,

9 Sinek ve böceklerin gıdaları kontamine etmeleri önlenmeli,

9 Portörler tedavi edilmeli,

9 Fekal-oral bulaşan enfeksiyonlar açısından toplum eğitilmeli,

9 El yıkama yaygınlaştırılmalı,

9 Bebeklerin anne sütü ile beslenmeleri sağlanmalıdır.

11 Şubat 2009 Çarşamba

İshaller ve Korunma Yolları


İSHALLER

İshal, dışkı miktarının ve sayısının fazlalaşması; kıvamının değişerek yumuşak, sulu bir görünüm alması olarak tanımlanır. Dünya Sağlık Örgütü ishali; 24 saatte 3'den fazla veya her zamankinden daha sık ya da sulu dışkılama olarak tarif etmektedir. Yalnızca sık dışkılama, kıvam bozuk değilse ishal sayılmaz.

İshaller genellikle gastrointestinal sistemin enfeksiyonuna bağlı olarak ortaya çıkar. Yapılan çalışmalarda toplum kökenli çeşitli mide-bağırsak enfeksiyonlarının %35'inin kontamine sulardan kaynaklandığı gösterilmiştir. Enfeksiyonun tipine göre sulu (kolera) veya kanlı (dizanteri) olabilir. Gelişmekte olan ülkelerde hastaneye yatışların %30 nedeni ishaldir. İshalli hastaların %80'i akut ishal, %10'u persistan ishal ve %10'u dizanteridir. İshaller tüm ölümlerin %4'ünden sorumlu olup; gelişmekte olan ülkelerdeki 5 yaş altı çocuk ölümlerinin yaklaşık %12'sini oluştururlar. Dünyada her yıl 5 yaşın altındaki çocuklarda
yaklaşık 1 milyar ishal vakası görülmekte ve bu çocuklardan yaklaşık olarak 2,2 milyonu ölmektedir. Ölenlerin çoğu iki yaşın altındadır ve ölüm nedeni genellikle dehidratasyon (vücudun susuz kalması) dur. Ölümle sonuçlanan ishal vakalarının %50'si akut ishal, %35'i persistan ishal, %15'i dizanteridir.

İshalin etkeni bakteriyel, viral ya da parazitler olabilir. Bu etkenlerin çoğu kontamine sularla bulaşır. Kızamık, sıtma gibi hastalıkların seyri esnasında da ishal görülebilir. Ayrıca kimyasal ilaçların bağırsakları irrite etmesi sonucunda ishal gelişebilir. Ciddi ishaller; sıvı-elektrolit kaybının derecesine, kişinin immün sisteminin durumuna ve beslenme özelliklerine göre hayatı tehdit edici olabilmektedir.

Oldukça koyu ve hacimli bir dışkı ile karakterize az sıklıkta görülen bir ishal, büyük ihtimalle ince bağırsak hastalığına bağlıdır. Kalın bağırsak tipi ishalde; sık sık ve az miktarda dışkılama ile birlikte, dışkıladıktan sonra geçen kramp tarzında ağrı bulunur.

İshalli hastalarda prensip olarak sıvı-elektrolit desteği ve beslenmeye devam edilmesi erken tedavi açısından önemlidir.

Korunma:

9 İçme sularının arındırılması

9 Sanitasyonun geliştirilmesi

9 Kişisel hijyenin sağlanması

9 Sağlık personelinin eğitimi

Sularla İlişkili Hastalıklar


SULARLA İLİŞKİLİ HASTALIKLAR

Su ile bağlantılı hastalıklar, bulaşma yollarına göre dört grupta incelenebilir:

1. Sulardan Kaynaklanan Hastalıklar:

Özellikle ılıman ve sıcak iklimlerde insan ve hayvan dışkısı ile kirlenen sularda bol miktarda mikroorganizma bulunur. Aynı şebekeden su temin eden insanların enfekte olmaları nedeniyle salgınlar çıkar. Tifo, Kolera, Viral Hepatit bu gruba giren enfeksiyon hastalıklarıdır.

2. Su Yokluğundan Kaynaklanan Hastalıklar:

Suyu çok kıt olan yörelerde kişisel hijyenin sürdürülmesi güçleşir. Vücudun, yiyecek maddelerinin ve giysilerin yıkanmayışı nedeniyle hastalık yayılma olasılığı artar.
Trahom ve bazı bağırsak hastalıkları (Basilli Dizanteri) bu gruba girer. Bu hastalıkların önlenebilirliği, kullanılan su miktarının arttırılması ile ilişkilidir.

3. Suda Yaşayan Canlılarla Bulaşan Hastalıklar:

Bazı parazit yumurtaları suda yaşayan omurgasız canlılarda (ör: salyangoz) yerleşir ve gelişir. Olgunlaşan larvalar suya dökülür; suyun içilmesi ya da kullanılması sonucu enfeksiyona yol açarlar. Şistosomiyazis bu grubun tipik örneği olup; GAP bölgesinde sulu tarıma geçilmesi ile birlikte ülkemiz için büyük bir sorun haline geleceği düşünülmektedir.

Viral Hepatit ve Tifo'nun bulaşmasında rol oynayan midyeler bu canlılara örnek gösterilebilir.

4. Sularla Bağlantılı Vektörlerle Bulaşan Hastalıklar:

Vektörlüğünü sivrisineklerin yaptığı Sıtma bu gruba girer. Bu sorun durgun su birikintilerinin ortadan kaldırılması ve suyun borularla taşınması ile giderilebilir.

Çeşit olarak da, sayı olarak da oldukça çok olan sularla ilişkili hastalıkların en önemlileri şunlardır:

¾ İshal

¾ Basilli ve Amipli Dizanteri

¾ Giardiyaz

¾ Bağırsak Parazitozları

¾ Gine Kurdu Hastalığı (Dracunculiasis)

¾ Tifo ve Paratifolar

¾ Yersinya Gastroenteriti

¾ Kampilobakter Enfeksiyonu

¾ Kolera

¾ Viral Gastroenteritler

¾ Hepatit A ve Hepatit E

¾ Lejyoner Hastalığı

¾ Leptospiroz

¾ Trahom

¾ Onchocerciasis

¾ Sıtma

¾ Şistosomiazis

¾ Dengue Humması ve Dengue Hemorajik Ateşi

¾ Siyanobakteri Toksinlerine Bağlı Zehirlenmeler

¾ Anemi

¾ Arsenik Zehirlenmesi

¾ Fluorozis

¾ Suda Boğulma

¾ Malnutrisyon

Hangi Besinler Alerjiye Neden Olur?


HANGİ BESİNLER ALLERJİYE NEDEN OLUR?

İnsanlar doğduktan sonra yaşamlar boyunca binlerce farklı besin ile karşılaşmaktadırlar. Bu besinlerin içerisinde besin öğesi dediğimiz daha küçük yapı taşları mevcuttur. Bunlar; protein, yağ, karbonhidrat, su ve vitamin ve minerallerdir. Hazır gıdalarda ise tüm bu besin öğelerine ek olarak gıda katkı maddeleri eklenmektedir.

Besin öğeleri arasında alerjiye yol açan maddeler genellikle protein yapısındadır. Her insan herhangi bir besine karşı alerjik tepki verebilirse de insanlarda sıklıkla alerjiye neden olan besinler şunlardır(1): İnek sütü, yumurta, balık ve kabuklu deniz ürünleri, kabuklu ve yağlı kuruyemişler (fındık fıstık gibi), tahıllar, etler, meyveler, sebzeler ve kurubaklagiller, baharatlar ve çeşni vericiler, çikolata, bal ve bazı içecekler (1,11). Bu besinlerden bazıları diğerlerine göre daha sık alerjiye neden olurlar. Örneğin: süt ve yumurta meyve sebzelere göre daha sık alerjik reaksiyona neden olur (11). Yine bu besinlerden bazıları da diğerlerine göre daha ciddi reaksiyonlara neden olurlar (yer fıstığı ve ağaç fıstıkları). Bazı besinler özellikle erken çocukluk döneminde alerjik reaksiyonlara neden olurken (12-24 ay inek sütü alerjisi), bazıları ise hayat boyu devam eder (fıstık alerjisi gibi).

İnek sütü özellikle çocuklarda en önemli ve en yaygın alerjik besin türüdür, çünkü bu grubun diyetinde birincil besindir(12). İnek sütü proteinlerine bağlı alerjik reaksiyonlar yaşamın ilk haftalarında, ortalama 3. ayda başlamakta ve gerek bağırsağın fonksiyonel ve morfolojik yapısının gelişmesi gerekse de hedef organda duyarlılık azalması sonucu 2-3 yaşlarında ortadan kalkmaktadır (3).

Sağlıklı olan bir bebekte inek sütü verilmeye başlandıktan sonra ishal ve kusma gözlenirse, bazen dışkısında kan varsa ve çocukta sancılanmaya bağlı huzursuzluk ve ağlama varsa inek sütü alerjisi akla gelmelidir(1,3). İnek sütü alerjisi olan çocuklara protein hidrolizatı (parçalanmış protein) içeren mamalar verilmesi tercih edilmelidir. İnek sütünün ve diğer hayvan proteinlerinin hidrolizatlarının veya soya hidrolizatlarının, parçalanmamış tam proteinlere göre daha az alerjik oldukları düşünülmektedir (11).

Yumurta alerjisi özellikle bebeklikte ve erken çocukluk döneminde yaygın olarak görülmektedir. Yıllar geçtikçe etkisi azalmakta ve yetişkinlik döneminde ise tamamen kaybolmaktadır. Yumurta alerjisinde egzama veya kaşıntı deri ve göz lezyonları görülme sıklığı diğer besin alerjenlerine
kıyasla daha fazladır. Ve de özellikle bebeklerde egzamanın en önemli nedenidir (12).

Yumurta alerjisi, yumurtanın kendisinin veya yumurta içeren yiyeceklerin alınmasından sonra, dakikalar veya saatler içinde ortaya çıkan, yaygın kızarıklık, hırıltılı solunum, kusma ve ishal ile kendini belli eder (1). Süt de olduğu gibi yumurtada da duyarlı bireylerde diğer hayvan yumurtalarına çapraz duyarlılık gözlenebilir (4).

Yumurta akının bir yaşından önce verilmemesi, başlandığında ise yavaş yavaş arttırılması gereklidir. Alerji belirtileri ortaya çıktığında yumurtaya en az altı ay ara verilmelidir(1). Kızamık ve kabakulak aşılarının tavuk embriyosundan hazırlanıyor olması nedeniyle yumurta alerjisine sahip olan ço- cuklarda kızamık ve kabakulak aşıları yapılırken dikkatli olunmalıdır (1,2).

Bebeklerde Tamamlayıcı Besinlere Başlarken Dikkat Edilecek Noktalar


Tamamlayıcı Besinlere Başlarken Dikkat Edilecek Noktalar

• Ailenin sosyoekonomik ve kültürel durumu (anne-baba-çocuk ilişkisi) göz önüne alınmalıdır.
• Gelişimi normal ve sadece anne sütü alan bebeklerde, altı aydan önce tamamlayıcı besinlere başlanmamalıdır.
• Çocuk altı aylık iken tamamlayıcı besinlerden elde edilen enerji toplam enerjinin % 50'sini aşmamalıdır.
• Gluten içeren tahıllı besinler altı aydan önce verilmemelidir, altı aydan sonra verilmesi uygundur.
• Allerji öyküsü olan ailelerin çocuklarına yumurta, balık, domates, çilek gibi allerjen olma olasılığı olan besinler aile öyküsüne göre başlanabilir.
• Besin alerjisi öyküsü olan bebeklerde yumurta, fındık, fıstık, balık ve soyalı besinlere 12. aydan önce başlanmamalıdır.
• Botulismustan korunmak için 12. aydan önce bal verilmemelidir.
• Tamamlayıcı beslenmede öğün sayısı, bebeğin yaşına ve anne sütünden yararlama miktarına göre ayarlanmalıdır.
• Emzirme devam ederken, altıncı ayda küçük miktarlarda tamamlayıcı besinlere başlanmalı ve çocuk büyüdükçe besin miktarı artırılmalıdır.
• Tamamlayıcı besinlerin kıvamı, süt çocuğunun gereksinimine ve motor gelişimine uygun olarak, bebek büyüdükçe dereceli olarak artırılmalıdır.

Bebeklerde 0-1 Yaş Döneminde Sakıncalı Besinler


0-1 Yaş Döneminde Sakıncalı Besinler

Çay, bitki çayları, bal, bakla gibi besinlerin süt çocukluğu döneminde verilmesi uygun değildir.
Çay: Çay, süt çocukları ve küçük çocuklara önerilmez. İçeriğinde tanin olması, demir ve diğer mineralleri bağlayıcı özelliğinden dolayı demir eksikliğine, içine eklenen şeker ise iştahsızlığa ve diş çürümelerine neden olur.

Bitki Çayları: Papatya çayı, yeşil çay v.s bitki çaylarının da demir emilimini azaltıcı etkisi vardır. Aynı zamanda bazı farmakolojik ajanlar içeren bitki çaylarının, süt çocukları ve küçük çocuklar için güvenilirliği konusunda yeterli bilimsel araştırma yoktur.

Bal: Bal fruktoz (%41), glukoz (%41) ve suyun (%18) bileşiminden oluşmaktadır. Clostridium botulinum sporlarını içerebilmesi nedeni ile botulizm riski taşır. Süt çocuklarının mide asidi düzeyi düşük olduğundan bu sporları öldüremez, bu nedenle bir yaşından küçük çocuklara bal önerilmez.

Şeker: Şeker pancarından elde edilen bir besindir. Şeker pancarı % 16-20 arasında sukroz (glukoz ve fruktoz) içermektedir. Şeker vücuda enerji sağlar, başka bir besin değeri bulunmamaktadır. Boş enerji kaynağı olduğu için bebek beslenmesinde şeker yerine pekmez veya süt şekeri laktozun kullanılması daha doğru bir yaklaşımdır. Ayrıca çocuklarda fazla tüketilmesi iştahsızlığa ve diş çürüklerine, ileriye dönük hatalı beslenme davranışlarının gelişmesine ve dolayısıyla şişmanlığa neden olmaktadır.

Bakla: Toksinli baklanın neden olduğu zehirlenme anemi, hemoglobinüri ve yüksek ateşle karakterizedir. Toksinli bakla yenildikten 24-48 saat sonra etkisi görülür. Zehirlenme taze çiğ baklanın yenmesi ile olur. Bakla pişirildiği zaman toksinin etkisi kalmaz. Favizme neden olabileceği düşünüldüğünden süt çocukluğu döneminde bakla önerilmez.

10 Şubat 2009 Salı

Fosfor ve Vücuttaki Görevleri


FOSFOR

Vücutta Dağılımı ve Görevleri

Fosfor; kalsiyumla birlikte kemiklerin ve dişlerin oluşumunda, besin öğelerinin metabolizmasında görev alan enzimlerin yapısında bulunur ve hücre çalışması için gereklidir. Ayrıca fosfor vücut sıvılarının asit ortama dönüşümünü engeller, hücre içi ve dışı sıvıların dengede tutulmasını sağlar.

Vücuttaki fosforun %90’ı kemiklerde ve dişlerde, geri kalan %10’u ise vücut sıvılarında ve hücrelerde bulunur.

Fosforun En Çok Bulunduğu Besinler

Protein yönünden zengin besinlerin fosfor içeriği de yüksektir. Süt ve türevleri, et ve türevleri, tavuk, balık, yumurta, tahıllar, kuru baklagiller ve yağlı tohumlar önemli fosfor kaynağı besinlerdir.

Günlük Fosfor İhtiyacı :

Fosfor ihtiyacı da kalsiyum ihtiyacı kadardır. Kalsiyumun fosfora oranı diyette bire bir olmalıdır. Fosfor ihtiyacı 1-10 yaş arası çocuklar için 800 mg, 11-24 yaş için 1200 mg ve 24 yaş üzeri bireylerde 800 mg’dır.

Mineraller


MİNERALLER

Mineraller doğada yaygın olarak görülen inorganik maddelerdir. Vücudun büyümesi ve gelişmesi, yaşamın sürdürülmesi ve sağlığın korunması için minerallere ihtiyaç vardır.

Mineraller vücudumuzda yapıyı oluşturan ve birçok işlevi düzenleyen elzem besin öğeleri grubudur. Vücudunuzun %4 gibi çok küçük bir kısmını oluşturmalarına rağmen vücut yapısının oluşmasında yardımcıdırlar. Kemik, diş, kas, kan ve diğer dokularda da mineraller bulunur.
Mineraller inorganik maddelerdir ve ısı veya besin işlemede kullanılan diğer elle yapılan işlemler sırasında kayba uğramazlar.

Günlük gereksinmemiz 250 mg’ın üzerinde olan mineraller makro minerallerdir ve Sodyum, potasyum ve klor elektrolitleri ile kalsiyum, magnezyum ve fosfor bu gruptadırlar. Krom, bakır, flor, iyot, demir, manganez, molibden, selenyum ve çinko gereksinimi günlük 20 mg’ın altındadır ve bunlara eser elementler denir. Bunlardan günlük alım düzeyleri belirlenenler sadece demir, çinko, iyot ve selenyumdur.

E Vitamini ve Vücut Çalışmasındaki Görevler


E VİTAMİNİ

Günlük yiyeceklerde yeterli miktarlarda bulunduğundan insanlarda yetersizlik belirtilerine sıklıkla rastlanmamaktadır. Çok önemli bir vitamin olan vitamin E yağda erir, güneş ışınlarına ve alkali ortama duyarlıdır. Oksijen ve demir ile hemen okside olur, emilimi için safra asitlerine ihtiyaç vardır. Diyette bitkisel sıvı yağ miktarı arttığında vitamin E’ye ihtiyaç artar.

Vücut Çalışmasındaki Görevleri

Yağların emiliminde bir bozukluk oluştuğunda E vitamini emilimi de azalır.

􀁒 Hücre zarının koruyucusudur (antioksidan) .
􀁒 Damar içerisinde akışkanlığı sağlar, damar tıkanıklığını önler. (ateroskleroz)
􀁒 Erken doğmuş bebeklerde demirin kullanılmasına yardımcı olarak anemi (kansızlık) oluşumunu engeller.

Yetersizlik ve Fazlalıkları

Günlük besinler içinde yeterli miktarda bulunduğundan yetersizlik belirtilerine insanlarda sıklıkla rastlanmamaktadır. Deney hayvanlarında E vitamini eksikliği kısırlığa, kalp ve diğer kaslarda yorgunluğa, karaciğer hastalıklarına, kırmızı kan hücrelerinin kolayca parçalanmasına neden olmaktadır. Aşırı alındığında zararlı etkisi görülmemiştir.

Günlük E Vitamini Gereksinmesi

Günlük ihtiyaç yetişkin erkeklerde 10 mg, kadınlarda 8 mg ve çocuklarda 3-10 mg arasında değişmektedir.

E Vitamininin En Çok Bulunduğu Besinler

Bitkisel yağlar, tahıl taneleri , yağlı tohumlar, soya, yeşil yapraklı sebzeler , baklagillerdir.

D VİTAMİNİ

D vitamini; yağda eriyen bir vitamindir.Emilimi için yağ ve safraya ihtiyaç vardır.Balık yağı ve güneş ışığında bulunan D vitamini eksikliğinde raşitizm görülür. Raşitizmde kemik ve dişlerde bozukluk ve eğrilik görülür. Dişler geç çıkar. Kafa kemikleri yumuşar ve eğrilir. Eklemlerde şişkinlik görülür.

Vücut Çalışmasındaki Görevleri

En önemli işlevi kalsiyum metabolizmasını denetlemek ve düzenlemektir. Kemikler kalsiyum deposudur. Kalsiyumun kemiklere taşınmasına ve yerleşmesine yardımcı olur. Aynı zamanda fosfor metabolizmasına da yardımcı olmaktadır.

D Vitamini Yetersizliğinde;

Güneş ışığını doğrudan alamayan bireylerde, hızlı büyüyen çocuklarda, az güneş alan ülkelerde, D vitamini eksikliği görülür. D vitamini yetersizliğinin yaygın olarak görülme nedeni doğal yiyeceklerde yeterince bulunmamasına bağlıdır. Eksikliğinde çocukluk çağı raşitizmi (rikets) görülür. Bu hastalıktan korunma için güneş ışınlarından yararlanmak gerekir. Pencere camları ve kapalı giysiler güneş ışınlarını engeller. Güneş ışınları dik gelmeli, hergün15-30 dakika süre ile güneşlenme düzenli olarak yapılmalıdır. Derinin ince ya da kalın olması ve rengi önemlidir. Açık tenliler güneş ışığından daha zor D vitamini oluştururlar.

Osteomalasia erişkin dönemde görülen bir kemik hastalığıdır. Kemikler yumuşak, kalsiyum ve fosfor oranı düşüktür. Sık doğum yapan, yetersiz ve dengesiz beslenen, güneşten yararlanamayan kadınlarda görülen bir hastalıktır.

Vitamin D suda erimediği için fazlası idrarla atılamaz ve bu nedenle ihtiyaçtan fazlası ve gelişigüzel alınması sakıncalıdır.

D Vitamininin Fazla alınması;

Fazla alınması eklemlerde ve yumuşak dokularda anormal kireçlenmeye neden olur. Yine çocuklarda fazla ve gelişigüzel kullanıldığında büyümede duraksama, kusma, böbreklerde taş oluşumu gözlenir.

Günlük D Vitamini Gereksinmesi

Gebe ve emziklilerin, güneşten doğrudan yararlanamayan kişilerin D vitamini almaları veya güneş ışınlarından düzenli yararlanmaları gerekmektedir. Çocuklara doğumdan 15-20 gün sonra ek D vitamini 400 IU ( 10 mcg) verilmelidir. 400 IU vitamin D 1 çay kaşığı balık yağı ile de sağlanabilir. Çocuk, genç ve yetişkin bireylerin günlük ihtiyacı 10 mcg’dır.

D Vitaminin En Çok Bulunduğu Besinler

Balık yağı, balık, karaciğer, yumurta sarısı, tereyağı, zenginleştirilmiş besinler (örneğin margarin) ve güneş ışınlarıdır.

K Vitamini ve Vücut Çalışmasındaki Görevleri


VİTAMİN K

Kanın pıhtılaşma etmeni olarak tanımlanan vitamin K günlük yiyeceklerimizde yeteri kadar bulunduğu ve kalın bağırsakta bakterilerce yapıldığı için yetersizliğinde oluşan bir hastalık tanımlanmamıştır. Yağda eriyen bir vitamin olup emilimi için safra asitlerine ve yağa ihtiyaç vardır.

Vücut Çalışmasındaki Görevleri

Vitamin K karaciğerde kanın pıhtılaşmasını sağlayan maddenin sentezi için gereklidir. Eksikliğinde kanın pıhtılaşması engellendiği için kanama durmayabilir. Kemik gelişimi için de önemlidir.

Yetersizlik ve Fazlalıkları

Karaciğer ve sindirim sistemi bozukluklarında özellikle safra akımının engellendiği durumlarda K vitamini kullanılması yetersizleşir. Uzun süren antibiyotik tedavileri de bağırsakta harabiyet yapacağından vitamin K etkinliğini azaltarak yetersizlik yapabilir. Fazlalık belirtisi olarak suda çözünen türevleri yenidoğan sarılığı (hiperbiluribinemi) yapar.

Günlük K Vitamini Gereksinmesi

Günlük ihtiyaç yetişkin erkekler için 80 mcg, kadınlar için 65 mcg, bebekler için 5-10 mcg, çocuklar için 15-20 mcg’ dir.

K Vitamininin En Çok Bulunduğu Besinler

En zengin kaynakları, ıspanak ve benzeri yeşil yapraklı sebzeler, karaciğer, kuru baklagiller ve balıklardır.

Folik Asit ve Vücut Çalışmasındaki Görevleri

FOLİK ASİT

Vücut Çalışmasındaki Görevleri

Amino asit ve kan hücrelerinin yapımı için gereklidir. Folik asitin vücutta deposu yoktur ve bağırsaktaki mikroorganizmalar tarafından da sentez edilir. Vücutta görev yapabilmesi için C vitaminine ihtiyaç vardır.

Yetersizlik ve Fazlalıkları

Yetersizliğinde kan yapımında azalma olmaktadır. Özellikle gebe kadınlarda ve çocuklarda yetersizlik belirtileri yaygındır. Yetersizlik nedeni; yetersiz beslenme (özellikle yetersiz sebze ve meyve tüketimi), emilim bozukluğu ve vücuttan aşırı kayıp olmasıdır. Alkoliklerde de ve gebelikte folik asit yetersizliği görülebilir.

Günlük Folik Asit Gereksinmesi

Günlük ihtiyaç yetişkin erkek ve kadında 400 mcg’dır. Gebe kadınlara günlük 600 emziklilere 500 mcg önerilmektedir.

Folik Asitin En Çok Bulunduğu Besinler

Karaciğer, diğer organ etleri, yeşil yapraklı sebzeler,maya, kuru baklagiller ve tahıllardır. Besinlerin hazırlanması, işlenmesi ve depolanması aşamaları folik asit kaybına neden olur. Bu nedenle sebzelerin pişirilmesi ve saklanması ilkelerine dikkat edilmelidir.